31 Aralık 2009 Perşembe

Ve Yeni Yıl...

Yılın son yazısı bu.
İyisiyle kötüsüyle, sancılarıyla geride kalan 2009'a son bir selam bu.
Öyle bir yıl oldu ki bu benim için, yılların vereceği olgunluğu 12 ayda buldum acıları deneyimlerken... Çok canım yandı, çok mutlu da oldum. Büyüdüm.
Adım aşk oldu, adım nefret oldu, adım gözyaşı oldu; adım adım büyüdüm.
Gelgitler içinde, hep gidilen oldum. Kanattım yüreğimi.
20'li yaşlara başlayacak olmanın tüm tedirginliği ile büyüdüm.
Ocak'ın neşesi, Şubat'ın aşkı, Mart'ın acısı, Nisan'ın şirinliği, Mayıs'ın eğlencesi, Haziran'ın heyecanı, Temmuz'un tutkusu, Ağustos'un gözyaşı, Eylül'ün koşuşturmacası, Ekim'in dinginliği, Kasım'ın hüznü ve Aralık'ın sancıları...
Yeni yılda neler bekliyor beni bilemeden, son gününü sonlandırıyorum bir yılın. Ocak'ın ilk günü hiçbir farklı olamayacak değil mi? Sadece yarın sabaha uyanacağız işte. O kadar.
Aynı yolda yürüyeceğim düşe kalka. Sonum ne olacak bilmiyorum. Bilmeyeceğim. Karanlık. Saf, ölçüsüz bir karanlık. Ne zaman güneş doğacak, bilmiyorum. Yine de tükenmiyorum. Yaşıyorum. Her şey aynı olacak gibi... Olsun! Bekliyorum!

Ah! 2010!!! Hoş geldin... Elin boş gelme, olur mu?

Umarım tüm dünya için aydınlık bir sene olur bu; tüm halklar için umut taşır!
Nice güzel yıllara...
Nice umutlu yıllara...
Bir damla umudunuz hiç tükenmesin!

25 Aralık 2009 Cuma

1. Yıl!

ah, nasıl unuttum bunu kutlamayı ben?!
Sevgili blogum, Kasım ayı itibariyle birinci yaşını bitirdi... tam bir yıldır içimi döktüğüm, sizlerle yüreğimdekileri paylaştığım sevgili blogum! uzun ömürler diliyorum sana... :)

*

Dün de benim doğum günümdü! 'Yetişkin' olmaktan korkarken, adım adım büyümek epey can sıkıcı. Aman, nelere alışmıyoruz ki? kaybedilen dostlara, sevgililere alıştık biz; büyümeye de elbet alışırız diye düşünüyorum. Güzel bir doğum günüydü, Kadıköy'ü altüst ettim yine.. ama asıl hediyemi bir önceki gün, 23 Aralık'ta aldım. sabah evden çıkarken bir Kuzgun gördüm tam da kapının önünde. çok sık rastlayamıyorum ne yazık ki... içime dolan mutluluğun tarifi yok, biliyordum güzel bir gün olacağını! Günler öncesinden maNga'mın okulumuza söyleşiye geleceğini biliyordum, ne yazık ki o saatte dersim olacağından gidemeyecektim! ama ne oldu bilin bakalım :) Kuzgun'un uğuru ile ders iptal oldu ve ben maNga söyleşisindeydim. maNga ve Rock'n Dark yarışmasının jürisinde yer alan isimler misafirimizdi. ne yazık ki, alakasız insanlar alakasız sorularla saçmalayarak canlarını sıktı onların. ama görmek, gülüşlerini duymak gerçekten iyi geldi bana! Kuzgun'un şansı bitmedi, doğum günümdeki dersler de iptal oldu ve ben de böylece Kadıköy'de saatlerce yürüyebilme, Moda'da denize karşı sakinleşebilme fırsatı yakaladım... :))

*

Dişçiye gittim bugün!
Tanrım! Dolgu yaptırmak bir çeşit işkence biçimidir. bunu bilir, bunu söylerim!
üstelik iki tane daha yapılacak. sanırım bu kadar güzel şeyin cezası bu...

*

ben bunları yazarken Umut Kaya-Mor Yazma çalıp durdu arkada... :) bu şarkıyı sevme nedenim Mor rengi sevmem galiba... üstelik şarkıya o kaybettiğim iki dosttan birinin Facebook profilinde rastlamama rağmen dinliyorum hala...

25 aralık/saat 22'de gelen düzeltme: ben bu satırları yazdıktan sonra tekrar dinlemek için profili aradımmm ve fakat bulamadım. yani silinmişim. ohannes diyerek, yazıklar olsun diye sesleniyorum burdan kendisine!!!

13 mart 2010'da gelen düzenleme.. o silmemi, sevgilisi silmiş. daha bi ohannes diyorum artık.

*

Durup dururken bir insan en iyi dostunu nasıl kaybedebilir yahu? birkaç saat haber alamayınca merak ettiğim insanla haftalardır görüşmüyorum. canım acıyor. işin daha acısı da buna alışmak zorunda olduğumu bilmem. böyle büyümek zor işte. çok zor.

*

Yazamama sendromum, saçmalama sendromuna dönüşmeden... susayım ben.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Yazamama Sendromu

haftalardır yazasım var, hem de öyle çok ki...
biriken konular, ilhamlar, şiirler, öyküler... hepsi tek tek ölüyor her gün bitiminde.
büyük bir yazma coşkusuyla dönüyorum eve ama bir türlü şu sayfayı açıp da yüreğimi dökmeye başlayamıyorum.
teşhisi koydum arkadaş! bende böyle bir sendrom var. beynimin doluluktan isyan ettiği zamanlarda su yüzüne çıkıyor!
yazmak hayat! yazmak nefes almak!

ama insanın hayatında her şey birden tepetaklak olunca yazacak kelimeleri de kangren oluyor. en yakın dostumu kaybettim, zor zamanlar geçirdim. geçiriyorum. bir gün hayatının merkezinde olan adam, ertesi gün çekip gidince eksik kalıyorsun. hem de çok eksik. bu eksiklik de beynimi kemiriyor...

toparlanma vakti. anlatacak çok hikayem var... tek tek can bulacaklar...

bu arada eylül ayında, sevgili arkadaşım Nilay benim için bir fotoğraf çekmişti... onu paylaşayım da, mutlu olayım biraz.. :)

4 Aralık 2009 Cuma

Bayram Analizi

Bir bayramı daha acısıyla, tatlısıyla geride bıraktık.
İnananların Tanrıya kurbanlar adadığı, bağışlar yaptığı; inanmayanlarınsa tatlılarla geçirdiği bir dört günü de bu yılın tozlu sayfalarının arasına kaldırdık.
Benim için epey ilginç geçen günlerdi, zira Amerika'da oturan insanlarla bol bol iletişimde olduğum bir süreçte onlara bu bayramı anlatmam gerekiyordu.
bir oyun oynuyorum şu aralar... temeli şu. vampir vs. kurtadam! The Twilight Saga meselesi yüzünden önyargılı yaklaşanlar olabilir; lakin gayet stratejik bir oyun. ne zaman ne yapmalısınız, görevlerle mi uğraşacaksınız, altın madeninde mi çalışacaksınız, yoksaaa kurtadamlarla yakın ilişkilere mi gireceksiniz? hepsi sizin bireysel kararlarınızla ilerleyen bir süreç. Bayramdan önce bilebileceğiniz gibi, Thanksgiving/Şükran Günü kutlamaları vardı Hıristiyan aleminin de. oyundaki tüm klan arkadaşlarım Amerika'dan -9 saat gibi zaman farkları söz konusu!- ve klan forumumuzda "Happy Thanksgiving" başlığı vardı pek tabii!
ancak sevgili vampir kardeşlerim, benim Türkiye'den olduğumu bildiklerinden başlığa not olarak Hades'e de iyi haftasonları yazabilmişlerdi. [Hades benim pek sevdiğim diğer mahlasım!] ben de hemen olaya atlayarak, bu haftasonu bizim de kutsal bir günümüz var dedim ve insanların merakını cezbedebildim! sorular, sorular! nasıl bir bayram, ne diye kutluyorsunuz, neler yapıyorsunuz, özelliği nedir... güzel güzel anlattım, kafalarında 'hayvan kesen ülke' gibi düz bir mantık ürünü oluşmasın diye de epey çabaladım. ve güzel oldu. ihtiyaç duyan insanlara yardım eden insanların yaşadığı bir ülkede olduğumuzu düşünüyorlar artık.
gerçi söylediklerime ben de inanmadım bazen! özellikle de kestikleri kurbanları kendileri için buzdolabında saklayanları görünce! yahu amacımız yardımlaşmak değil miydi bizim? yardımlaşmayı önplana çıkaran bir din değil mi İslam? e o zaman sizin yaptığınız ne acaba?!! hele hele kurbanlara işkence edenler yok mu... ah! yahu hayvanın doğası bu! kesilmek ister mi hiç? tabii ki kaçacak.. o kaçtı diye hırs yapıp işkence etmek insanlığa sığar mı? ben galiba, kurban kesilmesinden ziyade... ihtiyaç duyan insanlara maddi olarak yardım edilmesinden ya da vakıflara bağış yapılmasından yanayım!
neyse... asıl mutlu edici olan, Amerika'dakilerin hoşgörüleriydi. aralarındaki tek Türk'ü unutmamış, o kutlama başlığına beni ekleyebilmişlerdi! biz kendi ülkemizde hoşgörü sağlamayı hiç beceremiyoruz!!! ne yazık...

Bayramın en güzel tarafı da galiba dinlenme fırsatı! hele de vizelerimden sonra gelmesi ilaç gibiydi... bol tembellik, bol uyku.. :)

ve de ne ilginçtir, her bayramın akla Barış abiyi getirmesi... "bugün bayram, erken kalkın çocuklar!"

sevgilerimle...

not: bu da bu bayram güldüğüm karikatürlerden biriii.. :)

19 Kasım 2009 Perşembe

Limon Kolonyası

* Garip bir haftayı daha bitirmek üzereyim, masamın üzerinde duran ve canım sıkıldıkça döküp döküp kendime gelmeye çalıştığım minicik kolonyamla bakışıyorum. ah, Limon Kolonyası! tam bu sıralarda da infected mushroom çalıyor: the pink panther. ilginç bir şarkı, gözümün önünde seken pembe pembe panterler gibi bir yan etkisi var ama.

* "klavyeye dökülen kahve, komşudan istenen klavye..."
Klavye hayati bir bilgisayar donanımı. yokluğu insanın başına dert açıyor. fare olmadan, hadi yine bir nebze klavye kısayolları falan hallediyorsun basit işleri. tabii böyle dediğime bakma sevgili fareciğim, geçen sene seni almadan önce geçen 3 faresiz günün acısı geçmedi hala yüreğimden! tamam, klavye işini de ekran klavyesiyle halledersin ama... ohoo, ölme eşekcik ölme.
neyse, dün gece klavyemin canı fena halde kahve istemiş; eh dayanamayıp bir bardak kahveyi içivermiş kardeşimin ellerinden. o kadar da dedim fazla kahve çarpıntı yapar diye. 8 yıldır kullandığım sevgili klavyemin de vadesi böylece dolmuş oldu. daha paylaşacak çok saçmalamamız olurdu seninle... sözün özü, klavyesizlik fena bir durum. neyseki babamın arkadaşı, birkaç günlüğüne işyerindeki klavyelerinden birini bana verdi. ben bütün haftasonunu evde şu ölümcül vizelerle geçirmeyi planladığımdan, kendime yeni bir klavye ne zaman alabilirim bilemiyorum. sonuçta, başka ellerin dokunduğu başka harflerin konuştuğu bir klavyeyle blog yazıyorum şu anda. düşününce garip aslında. değil mi? bunun da Shift tuşu fena. basıyorsun, basılı kalıyor. BAĞIRA BAĞIRA konuşuyorsun milletle. aynen böyle.

* Beynimde bir solucan besliyorum. ne o, şaşırmış gibisin? mecaz yaptık heralde! solucanın açılımı şu: salak oynak laubali umarsız cırtlak aptal nankör. evet, solucan açılımı! daha da açarsak, açalım da toparlanamayalım bir daha, beynimi kemirip duran bir sorun. hayatımdan çıkan ve vaktinde 'dost' olarak gördüğüm birine kafayı takıyorum. lan! değerini bilememiş, gitmiş işte. ne takarsın daha? ama olmaaaz! damla kendine bir sorun çıkarmadan nefes alamaz. iyi halt yedin. beynimin bir köşesinde enerjimi emen bir solucanla yaşıyorum resmen. bunları anlatırken de haggard çalıyor, awaking the centuries.

* Vizeler hayatı sekteye uğratıyor arkadaş! öyle böyle değil hem de. ağzımda onlarca minik minik yara var, kahve yüzünden bünyem sarsıldı, uykuyu özledim, başım ağrıyor, asabileşiyorum. ve bununla birlikte, elde olmayan sebeplerle sınavlar da kötü geçince... yahu, nasıl bir yaklaşımdır ki bir buçuk saatlik sınavda iki çeviri artı bir de essay sorulabiliyor! çevirinin biri türkçeden ingilizceye ki, gerçekten ustalık ister bu tür çeviri. sonuçta ingilizceye o kadar hakim olamayabiliyoruz. ikinci çeviri ise diliçi çeviri. yani türkçe metin yine türkçe kalacak. onu bir çocuk dergisine göre türkçe için çeviriyorsun. kısaca, aynı konuyu çocukların anlayabileceği şekilde aktarıyorsun. bunları yapmak ve bunlarla ilgili 'ne yaptık, nasıl yaptık' konulu açıklamalar yazmak zaten bir buçuk saat sürdü. doğal olarak da essay yetişmedi. geçmiş olsun efenim!

* Çeviri demişken, öyle geniş bir alan ki bu! illa dilden dile de olması gerekmiyor. şimdi siz buralara kadar gelebildiyseniz yazımı okumuşsunuz demektir! (ah bu da nasıl bir geyiktir!) neyse, bu yazı bittikten sonra "bu ne saçmalamış böyle yaa" ya da "ne güzel yazıyor be" gibi düşünceler kafanızdan geçerken, siz benim yazımı kendi anlayabileceğiniz şekilde algılamış oluyorsunuz. bu da sizin bir çeviri yaptığınızı gösterir. aynı şekilde, trafik işaretlerini gördüğünüzde onun ne anlama geldiğini otomatik olarak kavrayışınız da bir çeviri. evet. güzel bi'şey.

* Çizme denilen ayakkabı niye giyilir? benim nezdimde, pantolonların paçaları çamur falan olmasın diye içine sokarsın ayakkabının. o yüzden giyilir. yahu yağmur çamur yokken dize kadar çizmelerle dolaşmak nasıl bir şeydir? anlamıyorum ve galiba hiçbir zaman da anlamayacağım. haa, evet şık. ama fazlası da zarar! hele hele şu kar botları var ya, ugg deniyor hani. onlar iyiden iyiye asabımı bozuyor. o yüzden teğet geçiyorum bu konuyu.

* Pazar günü, lisedeki sevgili sıra arkadaşımla Gizem'imle buluştum. 15KasımBuluşması! iyi ki var dediğim dostlarımdan biridir o da... sohbet, muhabbet, bolca dedikodu, giderilen hasret... insanın kaybetmeyeceği dostları olduğunu bilmesi ne güzel, çok güzel! herkesle kopmuşken, buluşup hala bir şey paylaşabilmek pek hoş! birbirine uzak kalmamak paha biçilemez!

* Bugün en eğlendiğim dersin sınavı vardı ve şükürler olsun ki iyi geçti. İspanyolca, seni seviyorum ben! :)

* Pazartesi 'çeviri kuramları', salı 'yazılı anlatım', çarşamba ise... pişti! iki sınav. 'sözlü çeviriye giriş', 'karşılaştırmalı dilbilgisi'. ayrıca pazartesiye bir şiir çevirisi yapılacak. tanrım! korku sardı dört bir yanımı... off ki off...

* Bir yazının daha sonuna geldik. yeni saçmalama seanslarımda görüşmek üzere. ayrıca bitirirken moby - why does my heart feel so bad (black hawk down soundtrack) çalıyordu. aynı soruyu şimdi de ben soruyorum. neden kalbim bu kadar kötü hissediyor kendini...

* 19Kasım2009/19:46

13 Kasım 2009 Cuma

Umudum sonsuz...

"Umudum sonsuzdur, uğraşım bitmez hiçbir zaman..."

**
Bazen insanın hiçbir şey için enerjisi kalmıyor, tükeniyor ve tüketiyor o zamanlarda kendini. sonra durup düşünüyorum ben de bu hallerdeyken... üzülmeye hakkım mı var benim, her şeyi başarabilecek güçte bir insanken ve bunu defalarca kanıtlamışken? üzülürüm, ağlarım, sayıklarım, dert yanarım, küfürü basarım! ama bunu böyle sürdüremem ki!
**

her insanın hayatında belli başlı radikal kararlar olur. "bundan sonra... bıdı bıdı ve bıdı..." benim de radikal kararlarım var. evet, radikaller. mesela kışın geldiğini iliklerime kadar hissettikten sonra, parkamı dolaptan çıkarmak gibi! yazlık, cici, sevimli hırkalardan sonra kalın bir kıyafete geçiş yapmak da yeterince radikal bir karar bence. evet. ayrıca kökten değişim kararlarından biri de hatun kişinin saçıyla oynamasıdır. kolay verilen bir karar değildir bu. son bir aydır 'saç kestirmeyi' sayıklayan ben, bu sabahın 10'unda saçımı kestirdim. evet kıydım kendilerine. bir anlık delilik eylemi. güzel de oldu. aynadaki ben'e yeniden göz kırptım bu sabah. sevdim. insan kendiyle yeniden tanışmalı bazen, biz tanıştık bu sabah... :) niye sabahın 10'u bilemedim ama, delilik işte... değişim iyidir. enerji verir...

**

Facebook'ta bir grup: "Vizeler yaklaşıyor, tehlikenin farkında mısınız?" güldüydük epey. al işte, o kadar gülersen yaklaşmakla kalmayıp geliverirler de. merhaba sevgili vize haftaları! ömrümden ömür çalmak, uykusuz geceler yaşatmak ve acaba nasıl sorular sorulacak diye dört dolanmak gibi tripleri de beraberinde getirmişsin... sağ ol! var ol! Endişeliyim. ah, tipik öğrenci hallerinden değil. şu dağınık tavrımdan endişem. ama ruh halimi toparlarken, başarılı bir öğrenci olma kısmını da ıskalamamak lazım diye düşünüyorum. zira okul hayatı iyiyse ruhsal dengesi de bi' toparlanıveriyor kişinin. neyse, görelim bakalım!

**

okul demişken, önemli bir durum mevcut şu aralar. çevirmenler ve çevirmenlik olgusu. herkesin bir ideolojisi var pek tabii ve insanlar bu ideolojiye göre atarlar adımlarını. gel gör ki, çevirmen olunca bunun yapılabilirliği ve yapılma gereksinimi daha bir artıyor. ben bana önerilen işi geri çevirme hakkına tabii ki sahibim. bana faşizm kokan bir metni çevirmem için verseler, kibarca teşekkür eder ve işi istemediğimi söylerim. yayın anlayışı pek çok kesimce yerilen ve yerin dibine sokulan bir gazetenin kültür-sanat servisinde çalışıyorum. pazar ekleri için röportaj çeviriyorum. ve bu yüzden yakın bildiğim kimselerden bile ağır laflar işitiyorum. şu anda benim ideolojimin zarar göreceği bir işle meşgul değilim ben. ulusal bir gazetenin pazar ekinde altında adımla çevirim çıkıyor yahu! edindiğim deneyimse cabası. bir röportaj çevirdim bu hafta, üslubumda ise kocaman bir hata. tashih esnasında sevgili hocam (üniversite hocam, bu işi bulmamı sağlayan kişi..) düzeltmiş hatayı ve bana nasıl daha iyi çevirebileceğim konusunda fikir verdi. hatamı gördüm; nasıl daha iyi olabileceğimi gördüm ve bugünün artısı oldu bu. ne yazık, insanlar bunu anlayamıyor. ayrıca benim karakterim bu kadar net ve güçlüyken, nerede olursam olayım "ben" olmakla-kalmakla övünürken... benim ideolojik olarak zarar görebileceğim nasıl düşünülür yahu?! bu işte büyük bir hata var, çok büyük...

**

ne komik, Google'a Bir damla umut yazınca bin ton şey çıkıyor... alakalı alakasız her yer Bir Damla Umut oldu. onların hepsi ben değilim haberiniz olsun.. ;)

**

ve yazıyı bitirirken... diyorum ki:

direnmek yaşamaktır.
ben hayata direniyorum şu aralar.
beni yıkamayacağını o da fark etti, geri çekiliyor.
yalnızlığımı kutluyorum şu aralar.
yalnızlık algım değişti çünkü... ah gereksiz acılar, ne uğraştırdınız beni böyle...

**

"Umudum sonsuzdur, uğraşım bitmez hiçbir zaman..."

**

Pentagram * SONSUZ

7 Kasım 2009 Cumartesi

bir mutluluk, bir hüzün



'yapılmış en aptalca dalgınlık' listesi hazırlansa, bir numaradan girerim. şu anda o kadar sinirliyim kendime! anca yazarak dökerdim , yazıyorum ben de.

TÜYAP'a gittim bugün. İpek Ongun için iki saat sırada bekledim. ve onunla muhteşem bir sohbet fırsatı yakaladım. 2000 basımı ilk kitap "Bir Genç Kızın Gizli Defteri", 2009 basımı son kitap "Günler Akıp Giderken" !! imzaladı ikisini de İpek ablam. imzalarken duygulandı. taa Altın kitaplardayken basılan ilk kitap ve şimdi Epsilondan çıkan son kitap. kendimi kitapların kahramanı sevgili Serra ile nasıl özdeşleştirdiğimi anlattım; telleri, gözlükleri, kiloları. gerçi ben hala zayıflayamadım onun kadar dedim, güldü çok güzelsin sen dedi... birlikte büyüdünüz dedi. edebiyat konuştuk, 9 yıl öncesini konuştuk. o çok mutlu oldu, ben de öyle. duygulandığını söyledi defalarca... defalarca! ondan çok şey öğrendiğimi anlattım. sende cevher olmasa böyle faydalı olmazdı dedi, gurur duydum seninle dedi... öyle uzun, öyle güzel bir sohbetti ki.
o sırada benden sonraki küçük arkadaşım onlarca fotoğraf çekmişti benim ricamla. her açıdan, her yönden. onlaaarca. ve hepsi.. SİLİNDİ! benim hatam. eksik gözüküyordu. hata veriyordu bilgisayara bağladığımda. hafıza kartını çıkarıp taktım! ve puf! hiçbir şey yok. İpek Ongun yok. Cevat Çapan yok. Uykusuz logosu önündeki kocaman güzel fotom yok. Serdar arkadaş ile paylaşılan anların fotoğrafları yok. hiçbir şey yok. son iki haftada yaşadığım hiçbir şey yok!

Allahım, delireceğim ya. günün tüm anıları, yakalanmış anları silindi! nefret ediyorum! ben 9 yıldır bu sohbeti bekliyordum!!! geriye sadece güzel kitabımdaki imza kaldı... :/

1 Kasım 2009 Pazar

Katil kim?


--> Dila Manav

**

8 Eylül 2009... İstanbul sel altında, dere yatakları taşıyor, insanlar sulara gömülüyor. 17 aylık bir bebek, minik Dila küçücük bedeniyle yenik düşüyor hayata... suçlu sel oluyor, suçlu yağmur oluyor, suçlu dere oluyor. Dila'nın ailesi, bu ihmalden canı yananlar ve Dila'yı hiç tanımadan onu sevenler ihmallerin hesabını sormaya uğraşıyor. ama suçlu yine yağmur oluyor!!!
ve bugün, 1 Kasım 2009! Türkiye'nin pek çok yerinde yine sel felaketi yaşanıyor. suçlu yine yağmur, yağmur katil! peki, yağmur mu katil? daha biz Dila'nın acısını sindirememişken küçücük bebekleri aramızdan alan katil yağmur mu? doğa intikam mı alıyor?
asıl katiller, yetkililer. Dila'nın ölüm sebebi ne biliyor musunuz? Mahkemece atanan bilirkişi raporundaki su tahliye tedbir ihmalleri sonucu bir CİNAYET!!!

suçlamayın artık yağmuru, ne suçu var damlaların!
doğa ona yaşatılanları yansıtır! katil, doğanın uyarılarını dikkate almayanlar! katil, İstanbul ve pek çok il her türlü felakete hazırlıksızken yan gelip yatanlar! katil yağmur değil! tedbirsizlik!
ihmallerden ölüyor insanlar... anaların gözyaşı kalıyor geriye!
'Can Suyum' diyor babası Dila'ya, yağmur neden alsın ki Dila'yı. neden kin gütsün! yağmur neden katil olsun!

duymak istemiyorum artık, "katil yağmur" söylemlerini.
katiller her tarafta ama doğa değil!

14 Ekim 2009 Çarşamba

Farkındalık: Gidenlerin/Kalanların Ardından

Kapkaranlık zamanlar, güneşin doğmaya çekindiği günler, ağlayan anneler ve yanan yürekler...
güzelim toprakların üzerindeki yaralı hatıralar...

kaç kişi farkında olan bitenin?

Erol Zavar desem mesela... bir şey hatırlattı mı size... tanıdık mı adı? odak dergisi yazı işleri müdürüyken anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs suçu ile ömür boyu hapse çarptırılan kanser hastası! durumu gittikçe kötüleşiyor, ölüm her an yamacında bekliyor... ama o hala hapiste!

"gelecek öyle uçsuz bucaksız duruyor ki
ve ben ne olacağını merak ederken
hani filmin en güzel sahnesinde
sinemadan çıkar gibi
hayattan çıkıp gidemem
kusura bakma ölüm
adın çok soğuk
bunca mazeretim varken
yaşama dair
ölümü aklımdan bile geçirmem..."
diye yazıyor cezaevinden. duyan oldu mu? duymadıysanız duyun artık: http://www.erolzavar.com/

Güler Zere var ya da. hapishanelerdeki hak ihlallerinin ve ölümlerin yeni hedefi olan "politik kadın tutsak". örgüt üyesi olduğu iddiasıyla, 14 yıldır hapiste. son 1 yıldır kanser Güler. hapishane koşulları yüzünden, teşhis konulamamış başta; hastalık ilerlemiş. iyi bir bakımla bile çok düşük bir yaşama şansı biçilirken kendisine, o hala hapiste! hala!!! Güler Zere gün gün ölüme yaklaşıyor, göz göre göre ölürken sosyalistler dışında kimseden ses çıkmıyor. zaman ölüme akıyor... serbest bırakılmazsa... o da ölecek! tıpkı 2000–2009 yılları arasında kapatma mekanlarında 306 kişinin öldüğü gibi.
bu bir acil hayat çağrısıdır! bu sistemin ne ilk, ne de son oyunudur...onun da mı sesini duymadınız? : http://www.gulerzere.net/

onları kurtarma umudumuz hala var; peki ya artık kurtaramayacaklarımız... ama uğurlarında mücadele ettiklerimiz.

Engin Çeber! ilk değil ve bu karanlık ülkede son da olmayacak bu kaybımız... devlet eliyle yaşamı elinden alındı; işkenceyi kabul edip özür dileyen hükümet, sonradan Engin'i ve ailesini terörist ilan etti! bu muydu hakkını savunmanın bedeli... "kafasını duvara ve demir havalandırma kapısına defalarca vurdular, yerde kasılıyor, horultu şeklinde sesler çıkarıyordu" deniyor işkence kanıtlarında... görmezden geliniyor ama... Engin şimdi bizim acımızda, göz yaşlarımızda; peki işkenceciler? Engin'in sesi için de... http://enginceber.org/

Ferhat Gerçek! Ferhat felçli. yaşıyor şükürler olsun, ama devletin polisi felç etti Ferhat'ı... yasal bir dergi satıyordu Ferhat, Yürüyüş'ü. 19 yaşındaydı Ferhat, polisler sırtından vurup yaraladı onu! üstelik, ceza alması beklenen kişi de o. Ferhat! senin için de göz yaşlarımız... vuran polis 9 ay ceza alacakken, senin 15 yıla mahkum edilmene isyanımız...

ve sonra, Hrant Dink. ona sıkılan kurşun, halkların kardeşliğine sıkılmıştı. kardeşliğimize. birileri kardeşliğimize kan bulaştırmak istemişti. belki faili(!) belli. peki çözüldü mü bu kapkaranlık acının sebebi? neyse ki, Hrant unutulmadı; neyse ki hala bir olabiliyoruz; Hrant için, Adalet için...

ya küçük Ceylan? bir havan mermisiyle paramparça olan minicik bedeni? bunun hesabını kimden soracağız? kim dindirecek bu yangını?

Cumartesi Anneleri'ni biliyor musunuz? gözaltında kaybolan, ölen, öldürülen çocukları için galatasaray lisesi önünde eylem yapan anneler onlar.
her cumartesi toplanıyor. hesap sormak için direniyorlar.her türlü baskıya karşı çocuklarının fotoğraflarını sımsıkı tutarak o meydanda eylemlerini gerçekleştiriyorlar... 'siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz' diyenlerin, bu kayıplara dair sessizliği fark edilmeli!

evet, artık farkına varın, çekilen acılar yalnızca belli bir kesimin değil! bizim acılarımız. bizim dünyamız!
farkına varın artık; ölümlere 'dur' deme vaktidir vakit!

gidenlerin ardından, tek bir şey söylüyorum!farkına varın!

---

bu yazı Erol Zavar'a, Güler Zere'ye, Engin Çeber'e, Ferhat Gerçek'e, Hrant Dink'e, küçük Ceylan'a, Cumartesi Anneleri'ne ve tüm kayıplarımıza adanmıştır...

20 Eylül 2009 Pazar

Yara

ne saçma mahluklarız biz? her gidenin ardından bir yara açıyoruz tenimizde, kalbimizde, içimizde... hepimiz biliyoruz aslında, her gelen gidecek ve giderken daha beter sızlatacak o derindeki yarayı. Oysa Yavuz'um, Yavuz abim ne güzel diyor: "Bir gün gelir herkes kendi yoluna gider... Her şey nasıl başladıysa öyle biter!" ama biz bir türlü bunu idrak edemeyiz; ettirmezler ya da. acıttığını ve hatta acıtacağını bile bile yürürüz alevler içinde. dikenlerin battığını biliriz de, düz yola çıkmaktansa kanamaya devam ederiz. acıyı çağırırız bazen, aşk sanıp. hakikaten, biz ne diye bu kadar düşkünüz sevmeye, sevilmeye... bir de çok meraklıyız gidenin ardından duyguları dökmeye ortalık yere.
olur olmadık yerde yakalar aşk ve olur olmadık bir anda dönüverir sırtını.
anca şiirler yazmak düşer bize, yazmak ve ağlamak...

7 Ağustos 2009'dan bir şiirimsi kalmış bana da... ben de yıkılmışım giden sevgilinin ardından. oysa ne mantıklı cümleler kurarım başkalarına... "değer mi?" derim. kim bilir? değiyordur belki de...

şiirimi paylaşmak istemem, kabuk bağlayan yaramı yeniden açmak da... okuyacağını bilsem şunları söylerdim sana:
"bir masaldı, yaşandı ve bitti..." demek mi düştü bize de eş ruhum? şimdi "sen hariç kimse yok, sen de yoksun..." keşke'm, ezelim, ahirim...

bu yazıyı bitirirken, Me Voy çalıyordu Yasmin Levy'den. daha uygun bir şey olamazdı herhalde! hem de ispanyolca!

"quiero olvidar el aroma de tu cuerpo.
quiero olvidar el sabor de tus labios.
quiero tener, por una vez,
una vida feliz.
por eso, me voy...

gracias por todo lo que me diste.
gracias por amarme.
pero no tengo ilusión.
que tú eres mi razón.

por eso, me voy...

dime qué es lo que tienes,
que yo no puedo olvidarte.
mira, mírame, mi niña,
mira que mi alma sangra."


bak bana, ruhum kanıyor...

1 Eylül 2009 Salı

Yaz anıları '09

19 Temmuz'da başlayıp 30 Ağustos'a kadar sürdürdüğüm bir tatilden bazı kesitlerdir bunlar...

* Güneye Giderken
Çorum'dan İzmir'e doğru yol alırken, bir tarlanın içinde küçücük bir ev vardı. gözüme çarpıverdi duvarındaki 'zefir radyo' yazısı ve kocaman bir gülümseme yerleştirdi yüzüme... sonra evin diğer duvarı görüş açıma girdiğinde... inanılmaz ama gerçek, 'akçora gömlek' yazısı ile kendimden geçtim! ve başladım mırıldanmaya...
"zefir radyoları var ya
biriket duvarlarda
sesini duydum onlardan
sarındım akçora gömleğine..."

bu her kimin eseriyse, yüreğine sağlık...

* Uykusuz macera
İstanbul'da aramadığım kitapçı, bakmadığım yer kalmamıştı. O'nu arıyordum. ama umudumu kesmiştim artık, hiç kavuşamayacaktım... ve tam o sırada... tarih 7 Ağustos iken... İzmir/Dikili'de bir alışveriş merkezinde rastladım ona. bunu büyük bir tesadüf sanıp sarılarak sahiplendim onu. bilemezdim ki tekrar basıma girdiğini... o kavuşmanın heyecanıyla, saatlerce onunla kaldım ve neredeyse yorgunluktan bayılıyordum... ama olsun, sonunda Uykusuz Dergimin Birinci Cildi ellerimde... :)

* Sunuculuk
Dikili'de, Tüm Halk Eğitimcileri Kooperatifi her sene eğitim, kültür, sanat etkinlikleri düzenler. 13. yılında da iki gün süren bu güzel etkinliğin sunucusu bendim. dizlerim titreye titreye ilk sunuculuk deneyimimi yaşadım. ve beni bile şaşkınlığa uğratan övgü dolu sözlerle karşılandım. başarmışım ve galiba başarı güzel bir duygu!

* Osman Nuri Özgüven
Etkinliklerimize Dikili Belediye başkanı sayın Osman Özgüven'in de davet edilmesi; işlerinin yoğunluğu nedeniyle katılamasa da etkinliğe, 6 Ağustos günü etkinlik başlamadan önce bizleri ziyaret etmesi galiba bu yazın en güzel tarafıydı... tanıştığımızda, kendisiyle tanışmayı yıllardır istediğimi söylediğimde azarlayıverdi beni, neden belediyeye gelmedin diye... çekindim dedim, kızdı. sandalyesinden kalkıp yanıma gelişi ve benimle yediği tatlıyı paylaşması da ağzımı kulaklarıma taşıdı. :) Kürt açılımını tartışırken bana da fikrimi sordu, sanki ordaki yaşıtlarından biriymişim gibi... ilk defa siyasi bir konuda biriyle uzlaştığımı hissettim... sayenizde hala umudum var dedim ve gülümsedi bana sıcacık bakışıyla... giderken sarıldık birbirimize, bir baba-kız gibi. ama ne yazık ki bir türlü gidemedim belediyeye, yanına... umarım seneye gidip ziyaret edebilirim! ama iyi ki var o, en azından sosyalizm için umudum var hala... "Sosyal Belediyecilik" var hala...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Guess who's back?

başlığımın 50 Cent'ten ödünç alınma olduğu mutlak bir gerçek ve yadsınamaz. bu alıntıyı büyük bir ciddiyetle belirttikten sonra...

Merhaba! Bilin bakalım kim geri döndü? :)
yaklaşık iki aydır ortalıklarda yoktum, memleketimden insan manzaraları topluyordum. tatil bitti, ben de geri dönmüş bulundum.

şu kısacık yaz mevsimine neler neler sığmadı ki!
tazelenen dostluklar, kırılan kalpler, silinen anılar, kalbin en gizli yerine saklanan maceralar ve yaz bitti!
anlatacak pek çok anı birikti; paylaşılacak pek çok acı ve sevinç.
yazdan kalma şu günlerde, yazdan kalma hatıralar gün yüzüne çıkacak elbet.

aşk vardı, aşk gitti.
umut vardı, umut zedelendi.
mutluluk vardı, mutluluk dinlenmeye çekildi.

ve bir Damla vardı... o da İstanbul'una geri döndü. taze acılarla, taze hayallerle ve tazelenmiş bir benlik ile...

daha çok görüşeceğiz. bu sadece bir Merhaba idi.

hoş kalın!..

4 Temmuz 2009 Cumartesi

susarak özlüyorum...

mutluluk; eksik hayatların geçici misafiri. zaten eksik bir hayatta, kalabilir mi mutluluk bile...
bir gece ansızın gelip, o gecenin sabahı geldiği gibi süzülüp uçuveriyor... eksik bir hayatın göz yaşlarını dindirmek için kısa süreliğine verilen bir şeker gibi. susunca elimizden alınıveriyor umarsızca...
kocaman bir boşluk var içimde; her damla mutlulukta iyileşiyor sandığım... her mutluluk damlası, yarayı daha da derinleştiriyor halbuki. ihaneti tattım; yalanı, düzeni, düzenbazlığı. düşündüm, taşındım. yaralarımla kendime sığındım. şu eksik hayatımdaki davetsiz misafirlerin çektirdiği acılardan, yine kendime sığındım...
diyemiyorum bir şey artık kendime. bezdim yazmaktan hüsranları... kendi hatalarımdan ders almamaktan bezdim. gidenin geri dönmesine izin verdiğim an acıyı davet etmekten bezdim...

demiyorum artık bir şey... Ahmet Aslan'ın sesi söylüyor kulaklarıma...
Susarak Özlüyorum... Susarak... Susuyorum... Susuyor ve özlüyorum...

Sözcüklerim varmıyor uzaklarına,
Birer birer düşüyor bütün öpmelerim.
Ağır yenilgiler olarak,ağır yenilgiler olarak...
Adresinde yokluğun kıyamet bilerek,
Sadece susarak özlüyorum seni,
Hiç tanımadan ne garip,hiç tanımadan ne garip?
Sense uzak, çok uzakta,bir deniz gibisin resimlerde.
Dokunsam dersim olur, göçerim mecburen
Duydum çok sonradan adın önemli değil
Acın aynı tadi veriyor,acın aynı tadı veriyor zaten.
Adresinde yokluğunu kıyamet bilerek,
Sadece susarak özlüyorum,özlüyorum seni,
Hiç tanımadan, ne garip,hiç tanımadan ne garip?
İşte buna bıçak çekiyorum!!!
Şimdi adı yok, hiç bir sevgilinin,
Zaman zaman değil şimdi
Yalnız benmiydim bu ahir zamanda
Derviş mekanını aşk ile çağıran
Bu ahir zamanda...

24 Haziran 2009 Çarşamba

içimden geldiği gibi...

brokoli, saçmalama fırsatı sunmuş bana; beni mimleyerek... dilediğince saçmala demiş... ikiletir miyim hiç?

**

son bir sınavı kalmış öğrenci psikolojisi ilginç bi'şey. ne çalışasım var, ne de sınava giresim. Türk dili dersi; zaten muhteşem kitaplar okumuşuz, yorum soracak, niye kasıyorum ki bilemedim!

Uçurtma Avcısı, Bin Muhteşem Güneş ve Acı Çikolata gibi insanın yüreğine işleyen kitaplar...
özellikle ilk ikisi, Afganistan'ın geçmişine ışık tutuyor...

**

Afganistan ilginç bir ülke: önce kendi aralarında iç savaş! sonra batının karışmasıyla karman çorman bir savaş! şu Amerika nereye el atsa piç ediyor!

**

Amerika'ya söylemediğim laf yok, kızıyorum.. sövüyorum.. isyan ediyorum.. ama ben İngilizce öğreniyor ve ilerde bu dilde çeviri yapmak üzere eğitiliyorum! çok düşünürdüm zaman zaman... hala da takılır aklıma... bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu falan! aman ha! milliyetçilikten falan değil bu düşüncem... sadece eleştirdiğim adamların diline olan tutkumdan... öte yandan, şöyle de bir avuntu var... anadili İngilizce olan biriyle onun dilinden konuştuğumda... şaşırsın, anadilin olmadığı halde nasıl böyle iyisin diyebilsin... bunu dedirtebildiğimde belki de dinecek kuşkular...

**

bu arada, sonunda mesleğime ısındım. evet evet, tam bir seneyi devirdikten sonra... Mütercim-tercümanlık... artık biliyorum, ileride çeviri yapmak beni mutlu edecek!

**

çeviri yapmak da demişken, ne zor işmiş bu yahu! öyle milletin sandığı gibi / hatta bizim bu bölümü kazanmadan önce sandığımız gibi... "sözlük aç, bak, çevir..." diye bir şey yok! her bir sözcük, kendine özgü bağlamı içinde değerlendirilmeli... anladığını, kendi dilinde en etkili biçimde ifade edebilendir çevirmen... emek, sevgi ve coşku istiyor... sevmezsen, çeviremiyorsun. sözcük avına çıkmaya üşeniyorsan, keyif alamıyorsun... ha bir de, yazılıya çalışmadan girersen... notlarını düşürüveriyorsun!

**

geçen arkadaşın biri dedi ki... "bu derslerin bu kadar üstüne düşmemek lazım, biraz da alttan almak lazım!"
galiba üniversite felsefesi bu... tuttum ama...

**

bilen, eski yazılarımı okuyan bilir... The Crow hayranı, fanatiği, fanı, tutkunu... her ne denirse, ondanım ben. tesadüfen, evde yalnızken, halamın arşivinde bulmuştum cd'sini. o izleyişle öyle bir işledi ki kanıma, bir daha vazgeçemedim. defalarca izler ve yine deli gibi ağlarım... her repliği kazılı zihnimde, öyle böyle değil!

**

"Victims, aren't we all?" en çarpıcı repliklerden... Eric Draven söylüyor, tam yerinde tam zamanında! "kurbanlar... hepimiz öyle değil miyiz?"

**

hepimiz bir şekilde, bi hayatın kurbanıyız aslında. 'ben masumum, kurbanım...' diyene 'hepimiz değil miyiz...' diyen Eric gibi... hepimiz yaptıklarımızın ya da bize yapılanların bedelini ödemiyor muyuz bir şekilde? hepimiz bir şeyleri mahvediyor ve birilerini kurban etmiyor muyuz?

**

bi replik daha var, hiç silinemeyen... "buildings burn, people die but true love lasts forever." "binalar yanar, insanlar ölür... ama gerçek aşk sonsuza kadar sürer..."

**

sonsuz aşk var mıdır, diye başlarsam saçmalamaya... hiç bitmez! en iyisi yazı bitsin burada! varsa da Eric Draven ve Shelly Webster yaşadı onu...

**

neyse, şimdi benim de birilerini mimlemem gerekiyormuş ki, onlar da gönüllerince saçmalayabilsinler.
brokoli efendi öyle buyurdu.
mimlenecek kişiler konusunda da yardım etti ki, bu konuda bir suçum yok...
aha bi tanesi dillerdeki sone... biri de benim manevi ikizim... hayali sesler...

**

benden bu kadar, sevgiler.. saygılar.. başka bir saçmalama seansında buluşmak üzere esen kalın, bir damla umut'la kalın!...


23:35

19 Haziran 2009 Cuma

anlık bir krizin şiiri / değer mi ki?

"zamanla tanırsın insanları...
yiter hayallerin birer birer!"

aşka küsmüş düşler vardı,
yeniden aşka sığınmak için zaman kollayan.
buldu da zamanı.
olur olmadık bir anda atılıverdi aşkın kollarına.
bilemezdik ki biz, dikenler bekliyormuş bizi.
izi silinmedi bak kesilen düşlerin.
kim derdi ki aşk yeniden çalacak kapını.
çalacak da, sonra kalan kırıkları da yıkacak.
gülerim be ben buna!
ama geldi aşk, geldi, yıktı... geri gitti...
yıkanda mı aramalı suçu, yıktıranda mı.
özür dilerim, düşlerim.
sizi yine kırdırdım.
kırılmanız için bir adamın avuçlarına yine ben bıraktım.
'suç sende' deyişinizi duyuyorum, ne yazık.
ama bilemezdim ki, umudu ölüme götürdüğümü.
bitti işte, aşktı. sondu. ölümdü. bitti.
ya da, aşık bile değildim aslında.
bir büyüydü, büyülendim.
biri geldi, bu düş balonuna iğneyi batırdı.
hayaller dağıldı. umut öldü.
büyü bitti.
büyüdük.
"yenilmesek hiç büyümezdik..."
ama büyüyoruz.
bunu da atlatırız be kalbim,
ne yenilgilerden başımız dik çıkmadık mı?
bu da biter...
bitti de geçti. acı mı kalır geriye... büyüdük ki biz!

"Tabutlara sığmayacak kadar intihar var, şeytanın siparişi...
dünyanın ninnisi olmuş sirenler, ya Rab bizi özler.
Şah damarım attıkça yaşını silerim çeşmin, solar hayat resmin...
umut nerdesin,yine bittin! nerelere gittin ben seni göremeden?"


19.06.09 - 23:30

15 Haziran 2009 Pazartesi

Vanilya kokulu saçmalamalar...



7 Haziran'da sabahın körü sayılan bir saatte, Kadıköy/Akmar'da; bir önceki gün bakıp da beğendiğim İspanyolca sözlüğü almak üzere girdiğim kitapçıda rastladım ona. kokusu başımı döndürdü, sabah sabah cüzdandan para çıkaramayacak kadar titretti ellerimi. uzun süredir duymadığım bir kokuydu onunkisi... aşık edici... Vanilya! sabahın köründe beni kucaklayan vanilya kokulu bir tütsü... soruverdim kitapçıdaki arkadaşa, 'ne kokusu bu böyle, sabah sabah çok iyi geldi...' gülümsedi, pakette kalan son tütsüyü de bana verdi, 'vanilya' dedi. böylece başımı döndüren bu güç, ellerimdeydi. sabah sabah karşılaştığım bu muhteşem jest de bütün gün yüzümü güldürdü... :)

yakmaya kıyamadım vanilya'mı, anca şimdi yaktım... sakinleştirsin diye beni... sardı dört bir yanımı... çok iyi hissediyorum şimdi kendimi... bak, fotoğrafını bile çektim... ama ne çabuk bitti yahu.. bu satırları yazarken bile kuşattı beni koku. avuçlarıma doldu, odamı sardı... farz oldu, alayım kendime bir kutu...


**


aslında bu aralar, futbol yazmak istiyordum... Galatasaray'ımdaki son gelişmeler, yeni gelenler, en son gidenler, umutlar, hayal kırıklıkları, yeni kaptanımız... falan filan! ama final haftası ciddi ciddi yorum yazma yetimi kaybettiğimi acıyla fark ettim. final bitsin, transfer dönemi azıcık soluklansın, ben de sakin sakin Rijkaard'ı falan anlatayım...


final demişken, son bir senedir yaptığım en kötü çeviriyi, çeviriye giriş dersinin finalinde yapmış olmaktan garip bir hüzün duymaktayım. sen çevir çevir, finalde mahvet. heheyttt! afferin bana. bak kendime bile kızamıyorum suratıma suratıma vanilya çarparken.


vanilya demişken, gerçekten güzel bir koku bu yahu... kıyamam... bitme sen, dur söndüreyim. yarı olmuş bile...


**


**


-see you later alligator!

+in a while crocodile!

(İngilizce konuşan insanların, ilginç vedalaşma sözleri...) =)

9 Haziran 2009 Salı

Tatil!

**
Tatil!!!
**



özlemi yürekteki her şeyi ezip geçebilir; öyle bunaldım ki... öyle üzerime geliyor ki duvarlar...

kaçıp kurtulasım, uzun uzun uyuyasım, yarın okulda ne olacak diye düşünmeden kitap okuyasım var!

sevdiğimi, istanbul'umu, biricik sevgilimi terk etmeyi bile düşünüyorum; gideyim bir süre özleyelim birbirimizi, hem izmir yabancı sayılmaz ki sevgilim... biraz uzaktan seveceğim seni... başka bir denize bakacağım ama yine sen tüteceksin burnumda... her martı gördüğümde, boğazını hatırlayacağım ve o boğazdaki narin süsünü, kız kulesi'ni.. kulemizi.. sonunda kavuşacağız hem, ucunda kavuşma varsa iyi gelir uzaklıklar...

tatili özledim. tatili bekledim. çok yoruldum...

üniversite kapağı atıp da her şeyi sereceğin bir yer değilmiş, yıllarca boşu boşuna kandırdınız bizi...
o kapağı bi de ordan kurtarması var ki... ah ah..

tatili özledik. hak ettik yahu!

nefes alamıyorum...

o okulun dört duvarından, finallerden, ödevlerden kurtulup... kendime dönme zamanı... hadi tatil... amma beklettin bu sene...

gel ne olur... gel artık!

29 Mayıs 2009 Cuma

Şehr-i Hüzün

kaçıp gidilesi şehir; en büyük acılarımı(zı) gömdüğüm(üz)...
senin büyülü hikayenin satır aralarına gözyaşımı gizledim istanbul...rüya'm, kraliçe'm, umut diyarı'm... şimdi şehr-i hüzün'üm, hüzünlerimin başkenti...gidesim var, bırakıp kaçasım var; fakat bağlanmışım köklerine sıkı sıkıya, terk edemiyorum bu şehri.

"bazen "ben de terkedip gidebilsem keşke" diyorum
içimde bir istanbul var ondan vazgeçemiyorum
belki sen de bir gün geçersin diye köprülerinden
yakıp yıkamıyorum, koparıp da atamıyorum..."

gidesim var istanbul, canımı acıtıyorsun... son bir yıldır kurumuyor gözyaşım hiç, değişik kişilerce değişik sebeplerle... ama hep ağlatıyorsun, suç senin değil esasında. sana ait olduklarını sananlarda.onlar sana yakışmıyor istanbul; o yalancıları, kalleşleri, kıymet bilmezleri saklama... at içinden. at ve onlara benzeyenleri de sakın alma! seni hak etmiyorlar!

senin topraklarında doğdum, seninle büyüdüm. şimdi her şeyi geride bırakıp gitmek istiyorum.
bir vapurla geçtim sularından bugün, kız kulesi ile dertleştim, kederimi martılara bıraktım, yollarında yürüdüm her iki yakanın da... döndüm sonra, suların dalgalandıkça dertlendim. dertlendikçe yandı içim.

ölmeye bile dermanım yok artık. kaçıp gidesim var güzel kadın, ama biliyorum geri dönülecek sana. sensiz olmuyor.

sen şehirler şehri, ece kentsin. şehirlerin kraliçesi... nereye gidersem gideyim, gönül bağımız çok derin.

sana bir kere vurulan, bir daha vazgeçemez... mahvolsa da bu şehrin yollarında.

beni koru, beni yaban ellerde bırakma istanbul...

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Barca!


İspanya ligi'nin ve dünyanın en bi süper futbol takımlarından kendisi...

İspanya'nın Katalonya özerk bölgesinin başkenti olan Barcelona'nın güzide kulübü...
bu sezonsa, kupaları üçlemeye karar verdiler; bizlere muhteşem şovlar izlettirerek...

İspanya Kral Kupası ya da onların söylediği şekliyle Copa del Rey, İspanyol futbolunda son yılların en heyecanla beklenen karşılaşmalarından biriyle onların oldu. Takımlardan biri Katalan, diğeri ise Bask bölgesindendi: Athletic Bilbao. ve bu galibiyetle 25. kez bu güzide kupa Camp Nou'daki yerini aldı. öyle bir maçtı ki bu, barça gol olup yağdı deyim yerindeyse... 4-1!


sonra sırada İspanya Ligi, La Liga, vardı. 20 takımlı La Liga'da bitime 3 hafta kala, lig ikincisi Real Madrid deplasmanda Villarreal'e yenilince... bir maç eksiğine rağmen Katalan ekibimiz La Liga'daki 19. şampiyonluğunu ilan etti!


ve şimdi... bu akşam... Şampiyonlar Ligi...Final karşılaşması! İngiltere'nin şampiyonu Manchester United var bir tarafta, bir diğer tarafında ise Barcelona. İtalya'da Stadio Olimpico di Roma'da olacak maç! FC Barcelona kupaları üçler mi sorusunun cevabı bu karşılaşmada gizli... göreceğiz bakalım..

**

İspanyolcayı bu kadar sevme sebeplerimden biridir İspanya Ligi... hatta sadece Barcelona da diyebiliriz... bakalım göreceğiz; sevinen Katalanlar (ve ben..) mı olacak, İngilizler mi? her türlü seyri güzel bir maç olacağına inanıyorum ben.
**
ben niye anlattım bunları, bilmem içimden geldi... :)
haydi be Barça, sevindir beni :):) renk kardeşiyiz bir yerde... sarııııı! kırmızııııı!
27.05.2009
*
*
28.05.2009, saat 07:36'da gelen düzenleme:
sevinç gözyaşlarına sebep olmuş takım! ŞAMPİYONLAR LİGİ ŞAMPİYONU!
Kupa, muhteşem bir oyunla, 2-0'lık skorla, koşa koşa Camp Nou'ya gidiyor... harika bir maç: keyif veren görüntüler ve harika gollerle süslenmiş!
ben demiştim demek, hiç bu kadar keyifli olmamıştı...
ve uzun süredir hiçbir maç bu kadar keyif vermemişti...

19 Mayıs 2009 Salı

gözyaşı damlası

bir ayindir ağlamak...
dinmeyen, düzelmeyen fırtınaların ardından gelir genelde. terapi gibi; biriken tüm acının dışa vurumu.

sabah sabah, okunan bir kitapta geçen bir olay için hıçkıra hıçkıra ağlanabilirmiş.
ağlarken de bir yandan 'kendi kaderine' üzülürmüş insan.
acı çikolata diye bir kitap... neyse...

iyidir ağlamak. ağladıkça yürekte biriken ur patlar, dökülür...
hani yağmur damlası temizler ya yeryüzünü; gözyaşı damlası da öyle siler yürekteki pası...
akan her damla, yüzünüzü ıslatıp teninizde tuz bırakan her gözyaşı bir yaranın mikrobunu temizler.
her yağmurdan sonra dağılır ya bulutlar.
ağlamak da öyle.
bütün bulutları-acıları-sancıları-sanrıları-karanlıkları-çıkmazları-açmazları-yolculukları-hüzünleri dağıtıp; daha dinç, daha özgür düşünebilmeye iter insanı.

ağlamak, iyidir zaman zaman. ayin gibi... ama ilaha ulaşmak için değil; kendi benliğine dönmek için!

iyidir iyi... rahatlatıyor insanı.

19.05.2009

7 Mayıs 2009 Perşembe

b o ş l u k !

saçmasapan bir his; gecenin onikisinde beyni uyuşturabilir. kocaman bir boşluk bu, ödev yapmak isteyip de yapamama gibi durumların hediyesi. daha belirgin şimdi sanki. önümde defter kitap, zihin darmaduman.
aylardır tek dize bile yazamadım; şiir yazmak nefesimken bir zamanlar. satırlarımın kararmasından sıkıldım. içimdeki boşluğun manasız karanlığının dizelerimde nefes almasından sıkıldım.
garip bir boşluk bu; ne kitap, ne aşk, ne müzik, ne yazı, ne okul, ne dostluk... hiçbir şey dolduramıyor. aksine acılarla açılan çentikler boşluğu genişletiyor.
minik bir damla kadar bazen, bazense bir okyanus.
'işe yaramazlık'la 'işten anlamazlık' arasında bir şey.
boşluğa düşmek, karabasan misali.
çepeçevre kuşatmış karanlıktan haydi çık bakalım.

yıldızları görmek istiyorum artık.
bu boşluk alev alsın, kül olsun, damla olsun, yok olsun.
yok olalım.


07.05.2009 ~~ 00.23

blogun saati geri kalmış, düzelttim; dünü gösteriyordu hala.
oysa biz çoktan devirdik karanlık 6 Mayıs'ı...
Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i andık... kanattık yine acılarımızı...

yeni gün, taze acılarla başladı yine. hiç geçer mi böyle kayıpların sancısı?

hatta yakışıyor mu bana böyle boşluğa düşmek, yürürken onların izlerinden...

toparlanmak gerek; mutlu olmak için onlarca sebep varken, mücadeleyi bırakmak da neyin nesi!

ağır hastalık sonrası iyileşme dönemi bu. miladımın üzerinden ne geçti ki?
iyileşiyorum, düzlüğe çıkma vakti yaklaşıyor.

giden gitti, küsen küstü, sırt çeviren çevirdi: kalan sağlar yeter...

bu yol çetrefilli, yorucu, üzücü; eh, biz bu yolu göze aldık demektir hala yaşıyorsak.

geç boşluk, içimden geç. seni istemiyorum. yüreğimdeki ağırlığı al ve git lütfen.
lütfen.

19 Nisan 2009 Pazar

Bile bile lades...

tehlike bağıra çağıra 'ben geliyorum!' dese bile, duymamaktır; duyamamaktır.

dipsiz bir karanlığın içinde, bir damla ışık bulabilme umuduyla, bodoslama ilerlemektir karanlığın ortasında.
içinde kaybolunan gözlerin sahibinin 'ben tehlikeliyim.' feryatlarına kulak asmadan, o gözlerin ardını görmeye çalışmaktır; boğulacağını bile bile.
bir tane inci bulabilmek uğruna, denizin ortasında gemiyi yakmaktır.

hani o şiirdeki gibi:
"aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum.
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan istemiyorum."*
itirazları dinleyip, gülümseyerek cevap vermektir.

kulak tıkamaktır.
aynı hataları tekrar yapmayı göze almaktır.
sonucunu tahmin etmektir bazen, göze alınanların.
acıyı göze almaktır!

karşısındakinin 'normal' bir insan olmadığını bile bile, ateşe yürümektir.
insan bile olmasa, aşkı için kendi insanlığından vazgeçmektir.*

yakında öldürüleceğini bile bile, umut büyütmektir inadına.


19.4.2009 20:10

17 Nisan 2009 Cuma

Leaving New York

bir R.E.M. şarkısı... deyip geçilecek bir şarkı değil bu.

muhteşem bir şarkı.
insana deli gibi "new york'a git, sonra dönerken çığlık çığlığa bu şarkıyı söyle." dürtüsünü aşılayan ilginç bir deneyim.
sanki dünya üzerinde başka hiç bir şarkı kalmamış gibi, tekrar tekrar başa alınası.
sarıp sarmalıyor, eşlik ettiriyor, hatta şu sözlerle kendine aşık ediyor:

it's easier to leave than to be left behind...
leaving was never my proud!!!

evet evet, bir fırtınaya kapılmış, savrulmuş ve fırtına dindiğinde öylece ortada kalakalmış gibi hissettiriyor. tam tanımı bu!

Yorumsuz!

Nazi Almanyasında papaz Martin Niemöller'in günlüğünden:

"önce sosyalistler için geldiler, ben sosyalist olmadığım için sesimi çıkarmadım.
sonra sendikacılar için geldiler, sendikacı olmadığım için sesimi çıkarmadım.
sonra yahudiler için geldiler, yahudi olmadığım için sesimi çıkarmadım.
sonra benim için geldiklerinde, benim için sesini yükseltecek kimse kalmamıştı!"

14 Nisan 2009 Salı

Nisan :)


zihinde;
pembeyi, gelinciği, papatyayı... kısaca çiçekleri...
masmavi gökyüzünü...
arasıra çiseleyen nisan yağmurlarını...
toprağın baharı kucaklayışını...
sevgilinin gülümseyişini...
bir bebeğin doğuşunu...
hayata tutunuşu... canlandıran sevgili ay.

en güzel aşklar mı yaşanır bilemem ama bu aya aşık olunabilir, onu biliyorum!

yüreğe dokunabilir bu ay.
baharın yaşandığı, umudun yeşerdiği zamanlar gizlidir günlerinde...
acıları bile unutturabilir; hatta vize işkencesinin sancılarını azaltabilir.. :)
durup dururken de böyle neşelendirir insanı işte.. :)
çocukluktan beri sevilir hem de.

10 Nisan 2009 Cuma

nefret! / yeniden doğuş!

anılar.
pişmanlıklar.
çaresizlikler.
göz yaşları.
iç sıkıntıları.
dermansız dertler.
hastalıklar.
ağrılar.
kramplar.
kıvranışlar.
imdat çağrıları.
msn görüşmeleri.
telefon mesajları.
ödevler.
sınavlar.
geçer notlar.
geçemeyen notlar.
okullar.
yollar.
gidişler.
gelişler.
duraklar.
yalnızlıklar.
topluluklar.
sevgililer.
sevgilisizler.
sevenler.
sevilmeyenler.
sevilenler.
sevmeyenler.
nefret edenler.
nefretten nefret edenler.
ne yapacağını bilemeyenler.

üzgünüm. yorgunum. kızgınım hepinize.

bir aptalın moralini bozmasına izin veren daha da aptal insan olmaktan nefret ediyorum.
ders çalışamıyor olmaktan da nefret ediyorum.
bu güzel Nisan ayının tadını çıkarmama engel olan herkesten ve her şeyden de nefret ediyorum!

bu da en pesimist başlayan yazım olarak geçsin tarihin sayfalarına!
bu yazıdan da nefret ettim an itibariyle!

**

ama....

nefretin küle çevirdiği "ben" yeniden doğuyor şimdi küllerinden...

hayat, bir gidenin arkasından yas tutacak kadar uzun değil!
hayat, amansız dertlere gizlenip yok sayılacak kadar önemsiz değil.
hayat, ölmeyi düşünecek kadar kötü de değil aslında!

ve ben, bugün, nefret ettiğim tüm değerleri kovarak hayatımdan, yeniden doğuyorum.
boşu boşuna üzülmemek adına, bir çentik atıyorum bu 10 Nisan gününe.

şimdi kulaklarımda, sevgili dost Rumeysa'nın sesi...
"yüzüne bir gülümseme koy, yasamak, nefes almak istiyorum ve bunu tüm hastaliklara ragmen hak ediyorum de, ve isin basina koyul"
seni dinliyorum, gülümsüyorum ve hiçbir şeyi umursamıyorum.

biz, yalnız da ayağa kalkabiliriz!

hayata tutunabiliriz!



not: farkındayım, milat yazıma çok benziyor; ama başaramamıştım o sefer.
o yazım da bugün anlam kazandı. işte tam da bugün. o yazı da şimdi değerlendi.
bu sefer başaracağım.
ve buna sizler de şahit olacaksınız!

bekleyelim ve görelim!

3 Nisan 2009 Cuma

Kız Kulesi


sevgilidir Kız Kulesi... sevgilimdir!
muhteşem güzellikteki bir kadının, istanbul'umun, eşsiz süsüdür.
gece mehtabın sularla oynaştığı bir fotoğrafın vazgeçilmez detayıdır.

odanın duvarına, defterlerin kapağına, her taraflara fotoğrafı asılası, moral kaynağıdır.

vapur seyahatlerinde gözlerin aradığı, göz göze gelindiğinde mahçup tavırlarla başını öne eğen iki aşığın daha heybetli olanı. aşk... sevilen... sevdicek... dünyalar güzeli...

"bir binaya aşık olunur mu?" diyeceklere cevabım. bu güzelliğe vurulmamak elde mi?...

efsanelerini masal belleyip, sıkılmadan dinlediğimdir Kız Kulesi... çocukken bakar ve imrenirdim güzelliğine. bu kadar seveceğimi içten içe bilirdim sanki... büyüdükçe daha da özelleşti. direnişi, dalgalara ve zamana karşı duruşu özelleştirdi onu...

işin garibi...
bu hislerin büyüsünün bozulmasından korktuğum için asla yaklaşamadığım, uzaktan uzağa sevdiğim ama hiç yanına gidemediğim...

hiç giremedim o kapısından, hiç dokunamadım... korktum. "kavuşamazsan aşk olur.." ya; kavuşunca sevdanın büyüsü zedelenir sanıyorum galiba.

seviyorum bu şehri...

ilgili olarak:


03.04.2009

23 Mart 2009 Pazartesi

ilişik yaşamak...

"çok sahiplenmeden,
çok ait olmadan yaşayacaksın.
hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
ilişik yaşayacaksın.
ucundan tutarak..." * *

hayata tutunma çabasıdır ilişik yaşamak... her an gidiverecekmiş gibi.. ya da belki hiç gitmeyecekmiş gibi!
hiçbir yere ait olmadan yaşamaya çalışmaktır ilişik yaşamak...
hani sonradan tutturulmuş gibi yaşamın kıyısına... hayata sığınarak...
hayatın ta kendisinde, bir mülteci gibi...

"hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın."
kaybettikçe çekilen acıları bertaraf etmeye çalışmaktır ilişik yaşamak. her an düşüverecekmiş gibi uçurumdan, bir yandan da sıkı sıkıya tutunmaktır aslında. son hamle, son dal. o tek dal ki bizi hayata bağlayan...

yine de "bağlanmayacaksın" bu hayata...
"ille de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın."
hayata sığamamaktır ilişik yaşamak.
kimseye güvenememektir.
ailenin bile sana sırt çevirdiğini gördüğünde, düşmek üzereyken bi gayret tutunduğun o hayat var ya... işte odur ilişik yaşamak. düşüverecekmiş gibi.. ama düşmeden!

işin karanlık tarafından bakınca;
intiharı düşünmektir sık sık.
düşünüp düşünüp gerekli cesareti bulamamaktır...
ilişik yaşarsın; her an ölüverecekmiş gibi ama ölmeden!!

"bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne."
bağlanmayacaksın!..
ilişik yaşayacaksın bu hayatta...
bugün varmış, yarın yokmuş gibi...
carpe diem misali...
tabii, yakalayacağın bir günün... tutunabileceğin anıların varsa...


22.3.2009 21:54

25 Şubat 2009 Çarşamba

bir başka halet-i ruhiye

uzun uzun anlatılır bir yere ait olamama hissi... hani anlattım ya geçen yazımda!
bir de bambaşka yönü var bu olayın.
birine ait olma!
iyelik eki! "benim" lafındaki gibi! sahiplik göstererek belirtir belirteceğini.
dostum derken de sahipleniyoruz.
aşkım derken de..
bize denildiğinde de... sahiplenilmiş oluyoruz!

birine ait olma ne ilginç bi'şey!
kendini hiçbir yere ait hissetmezken, sana sahip olduğunu iddia eden biri!
ve sen de ona sahipmişsin gibi...
sahip olunabilen şey, aşktır aslında. dostluktur ya da.
ona ait değilsindir; o senin aşkının bir parçasıdır.
o senin değildir; aşk birleştirir sizi.
ama "seninim" denir yine. "benimsin" denir ardından.
insanoğlu, illa sahiplenecek bir şeyleri.

oysa ne diyor Can baba...
"mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
mesela gökkuşağı senin olacak.
ille de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
mesela turuncuya, ya da pembeye.
ya da cennete ait olacaksın.
çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.
hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
ilişik yaşayacaksın. ucundan tutarak..."

elde değil; bağlanıveriyorsun.
ama... " bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"o olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
demeyeceksin işte. yaşarsın çünkü. "

birine ait olmak çok garip! kendine bile ait değilken henüz.
sahiplenmek, benimsemek, kabullenmek...
benimsenmek...

hayat uzun soluklu bir şaka gibi.
çok benimsediğin, çok çabuk giden oluyor.
önemsemediğin, en uzun kalan.
"birbirimiziniz" dediğin, yeri geliyor "ben"liğini "biz"liğin önüne yerleştiriyor.
ya da aslında -biz- de yok belki. ben varım, sen varsın, o var. 'aitlik' dediğimiz şey ne kadar işlese de tene, sen önce kendine ait olmalısın bence!

ne garip halet-i ruhiyeler içindeyim... heyhat! bin düşüncenin bini de yarış halinde zihnimde...
hangisi galip gelirse, onu ifade ediyor kalemim.


sözü Ataol Behramoğlu'na bırakarak bitireyim bu satırları:

"ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana..."


25.02.2009 - 22.09


not: yine bir şeye benzemedi sanki. ne dinginleşmez bir ruh hali imiş...

22 Şubat 2009 Pazar

halet-i ruhiye

arada kalmışlık. yanlış zamanın yanlış bir yerinde sıkışmışlık...
ne garip bir halet-i ruhiyedir öyle.
nereye ait olduğun belli değil, kim olduğun bile bazen...
mutlusundur, sevgilin vardır, güzel bir okulun vardır, güzel bir hayatın vardır.
yine de gelir yerleşir içine!
mutluluk yasaktır. yasaklıdır. saklıdır derinlerde.
boşlukta sallanan bir nesne misali. rüzgar nereye savurursa oraya sürüklenmek.
hep bir şeylerin eksik olduğunu düşünmek.
her güzellikteki kusuru görmek için kısmak gözleri.
hata bulmak. hataları büyütmek. hataları saklamak. içine sancı eklemek.
en mutlu anda bile kötü bir şey bulabilmek ne ilginç bir yetenek.
sevgilin sana güzel bir cümle kurmuş; bariz aşk kokuyor her hecesi. sen oradaki imla hatasına takılıyorsun. "o öyle yazılmaz!" romantizm mi kalır? ama kafa bu, takılır. illa bulacak ya bir şeyde bir kusur.
arada kalmışlık.
ait olamama.
yalnızlık. kalabalıklar içinde hem de...
sığınak aramak. sığındığın yerlerde daha çok canının yanması ve kaçmak.
kaçmak.
kaçmak!
güvendiğin dağların tek tek çöküşünü görüp yine kaçmak!
dost dediklerinin gelip geçici detaylar olduğunu görmek, daha beter arada kalmak.
çökmüş bir halet-i ruhiye...
aynı ruh hali, günlerce evden çıkmak istemez mesela...

ara not: yazının tam bu yerinde annem, bana aldığı uykusuz'umu verdi. bu halet-i ruhiyede olumlu bir ivme sebebi oldu mesela.. demek ki küçük şeyler sevindirir ruhu.. neyse yazıya devam!

işbu ruh hali, arada kalmışlık, bin beter her bir dertten.
o ait olmama hissi kötü. pis. yaralayıcı.
yara açılmadan, yaralanmak gibi.
görünürde yara yok, içten içe kanama hali.
daimi bir huzursuzluk. daimi bir rahatsızlık. süregelen bir pişmanlık.
iki zaman arasında sıkışmak.
ne geçmişe ait, ne geleceğe.
nerdeyim bilememe hali.
zor.
ne haldeyim...
of, bu yazıya sonra devam edeceğim.


22.02.2009 - 15:51

8 Şubat 2009 Pazar

İstanbul'uma..




8.2.2009 17:49




geceden beri susmadan ağlayan.. şehir kelimesinin tasvirinde kifayetsiz kaldığı.. güzeller güzeli kadındır istanbul..

ne derdi var, ah bir çözebilsem..

içini boşaltıyor sanki, göz yaşları sokakları temizliyor...

gökyüzünden düşen her bir damla, hüzün ekliyor günün hazan saatlerine..


ağlama ey istanbul..

ya da ağla.. ama kederden olmasın gözlerinin yaşı..


şu halinde bile bizi mutlu edebiliyorsun sen. pencerenin önüne oturup, göz yaşlarına eşlik ederken.. kitaplara sığınabiliyoruz mesela..


hırçın bir kadınsın istanbul.. dışarda kalanların canını yakıyor damlaların..

ne kadar da hızlı göz yaşların.. bulutların da kararmış..


seni yaşamak ne güzel.. seninle yaşamak her şeye rağmen...


**

"ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer." demiş Yahya Kemal Beyatlı...
binlerce yıldır hiç kimse gerçekten terk edememiştir bu şehri, nereye gitseler istanbul peşlerinden gelir..
**

31 Ocak 2009 Cumartesi

Barış ağabeye..


31.01.09


hep bilirdik özlediğimizi..
her gün mutlaka bir şarkısını dinlerdik.. bir muhabbette mutlaka alıntı yapılırdı o güzel şarkı sözlerinden.. çocukluğumuzun eskimeyen özelliğiydi..
hep sızıydı, hep özlemdi.. hep aranan, bir şeyler öğretmesi beklenendi..
ölümünden sonra ona özel tuttuğum hatıra defteri, sakladığım fotoğraflar acıyı taze tutardı...

ama bu kadar çok özlediğimizi dün gece farkettim..
siyaset meydanı'nda barış'a özlem özel programı vardı...
kah ağladık; kah sevindik onun hayatımıza değmiş olmasıyla...
bi de cem karaca'ya ağladık... cem karaca'nın oğlu emrah ile barış ağabeyin oğlu doğukan'ın yanyana dimdik duruşlarıyla hüzünlendik..

özlemişiz.. çok özlemişiz..
10 yıl ne sevgimizden bir şey götürmüş; ne de özlemi azaltmış..
9 yaşındaydım, sen vardın..
19 oldum.. hala varsın!
hep ol.. olman gerek..

adam olacak çocuk'tuk biz.. adam olduk.. görüyor musun ağabey?

28 Ocak 2009 Çarşamba

Halkların Kardeşliği...

hiçbir halkın bir diğerinden üstünlüğünün ya da eksikliğinin bulunmadığını... daha iyi bir dünya için, herkesin el ele mücadele etmesi gerektiğini ifade eden söz öbeğidir bu...

ırkçılığa,milliyetçiliğe dur demek ; farklı halkların üyesi insanların birbirini katlini engellemek ; bir halkın kendisini üstün/baskın görüp diğerini ötekileştirmesini eleştirmek gibi amaçlar saklıdır bu inancın içinde...

yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür... ve bir orman gibi kardeşçesine ...

ve bir sloganımız vardır:

yaşasın halkların kardeşliği!

işin özü..
dünya üzerinde.. savaş, açlık, acı, ölüm.. sürerken... bütün halklar el ele.. bütün insanlık el ele yaşasın kaygısıdır...
sadece bir sosyalistin değil, özgür ve başı dik yaşamak isteyen tüm farklı görüşlerin birlikte atması gereken slogandır...
olay sadece türk-kürt ayrımı değildir...

geniş düşünmek, dünyayı algılamak, at gözlüklerinden kurtulmak gerekir.

bir ırk, diğerini ezmese... sünni, aleviyi yermese... kapitalist, fakiri sömürge olarak görmese... hatta kapitalist, kapitalist olmasa.. bütün giderler-gelirler eşit olsa... halklar el ele, zaten yakında sonu gelecek dünyada umutla yaşasa...


diyoruz ya hep.. inanmasak.. nasıl yaşardık?

bugünün şarkıları...

bakalım dinlediğim şarkılar ruh halimi yeterince anlatıyor mu?

ayna-teoman
aman aman-duman
olduğu kadar-gripin
kim-teoman
fırtına-şebnem ferah
dursun dünya-teoman
aşk durdukça-yüksek sadakat
bitmedi-gece yolcuları
yeniden-çilekeş
bitti-seksendört
zor geliyor-gripin
kendimden geriye-çilekeş
aşık mıyız-gece
kalan sağlar senin olsun-emre aydın
ala gözlerini sevdiğim dilber-badem
bir yer var mı-gece yolcuları
ben seni arayamam-yüksek sadakat
hala aşk var mı-redd
kalk sevdiğim-badem
dem-nev
kendimden geriye 2- çilekeş
olduğu kadar-gripin
son mektup-seksendört
keşke-aylin aslım
prensesin uykusuyum-redd
bugün-şebnem ferah
seni seviyorum-kargo

uzar gider liste..
var bir tuhaflık.
melankoli desem değil, neşe desem değil...

müzik bir terapi.. ruhu iyileştiren, kafayı toplayan, umut veren, dinlendiren...
şarkılar ilaç.. her derde değen...

günümü güzelleştirenler bu şarkılar.
günümü yaşanılabilir kılanlar..
hayata dair güzel detaylar..
müzik, vazgeçilmez!!



28.1.09 - 17.17

26 Ocak 2009 Pazartesi

yazmak isteği!

1.11.2008 20:19 : geçmiyor bu istek.. hiç geçmesin.. bir ömür yazayım ben!!


içinden taşan duygular öyle yoğundur ki engel olamazsın. yolda, evde, bir anda... yığılıverirler zihnine...
uykudan uyandırır seni bu istek... uyanıp, henüz aralanmamış gözlerle kalem kağıt bulur, aklına düşen dizeleri kağıda dökersin...
canın acır, kimseyle konuşamadığında kağıdın kalemin yoldaş olur yalnızlığına...
sonraları klavye üzerinde de gezinir parmakların.. paylaşmak istediklerini sözlüğe* yazma isteğine dönüşebilir hislerin.
ister klavyeyle, ister kalemle.. boşaltamazsan içindekileri.. patlarsın... ağlaya ağlaya içindeki zehri temizlemeye çalışırsın...

kısacası, iyidir bu istek. candır. hayat kurtarır. duyguları netleştirir...

-------------
*: http://www.sonsozluk.com : bu yazı da esasında orada yazılmıştı.

aşırı yazma isteği!

yazmak en derin acıların ilacıdır!

yazı yazma isteği ile kıvranıyorum.
yazmayı çok istemekle, yazacak bir şey bulamamak arasına hapsoldum; kelimeler çözsün diye bekliyorum!
melankolik şeyler yazmak istemiyorum artık.
eğlenceli şeyler yazacak kadar da iyi değil ruhum.
ne yapsam bilemedim!

yazmak istiyorum.
durmadan, amaçsızca bir şeyler anlatmak.
hayata tutunma yolum bu benim! yazarak ifade ediyorum: kendimi, hayatımı, insanları, ruhu, dünyayı, geleceği, geçmişi, bugünü, acıyı, sızıyı, sevinci, aşkı, ayrılığı..
yazamayınca, böyle patlamaya hazır olan ama bir türlü patlayamayan bir volkan gibi hissediyorum kendimi.
patlamazsam içimde kuruyacak bu lavlar, canımı yakacak.
yazmam lazım... da ne yazacağım ben ya?!
bak hala saçmalıyorum bir şeyler.
amaçsız bir yazı oldu bu, ok fırladı yaydan. koşuyorum arkasından ama yetişemeyeceğim.

sıkılıyorum.
kitapların arasına gömülmeyi, kitapların dünyasına girmeyi, kendimi satır aralarında bulmayı özledim.
yazmayı, yazmayı, yaratmayı, yazmayı, yine yazmayı özledim..
arkada şöyle güzel bir şeyler çalsın, ben yaratayım. kelimelerle oynayayım. onlar benden kaçsın, ben yine yakalayıp yazayım. kelimeler dalga geçsinler benimle; anlatım bozukluğu olsunlar... üşenmeden düzelteyim.
mesela şimdi Vega çalıyor.. serzenişte! ben de serzenişteyim! yazmak istiyorum!
olmadı, neşeli şarkı bu!.. müziğe bak; kıpır kıpır. şimdi de kelebekli, çiçekli böcekli yazasım geldi.
ne oluyor bana?! "ama ben ben sahiden ben her neysem işte..." "biraz sev sakinleştir.."

sakinleşmeyeceğim.
yazı yazmak istiyorum.
parmaklarım benden izinsiz saldırıyor klavyeye.
biz yazı yazmak istiyoruz: ben, parmaklarım, aklım, zihnim, gözlerim, ruhum.. biz yazı yazmak istiyoruz.
aşırı bir yazma isteği bu. aşırılığa kaçmadan.

ne yazacaktık yahu?

ne yazalım? ne yazdık? ne oluyor?
off..
yazmak istiyorum!!




26.01.09 21.25

20 Ocak 2009 Salı

Hrant Dink'e ithafen..


19.1.2009

soruyoruz hep: 2 yıl oldu, ne oldu?
hiçbir şey olmadı sireli yeğpayris...
tetikçin yakalandı; asıl katiller dışarda...

bugün saat tam 3'te bir güvercin gönderdim gökyüzüne... görmüşsündür.
bir damla da gözyaşı yüklemiştim sırtına... aldın mı kardeşim?


merak ediyorum; bir gün bebeklerden katil yaratan zihniyet aydınlanır mı sence?

*

dipnot: sireli yeğpayrıs; Hrant'a hitaptır.. Hrant'ın dilinde.. : Sevgili Kardeşim..

*

17 Ocak 2009 Cumartesi

His..

garip bir hissiyatın kıskacındayım bir kaç gündür..
paylaşmadan edemedim...

ingilizce çevirmen olacağım 4 sene sonra... birinci sınıfım henüz.
hayalim değildi bu; çocukluğumdan beri öğretmen olmak isterdim. şartlar ve kader sürükledi beni bu bölüme... puanım çok iyi olduğu halde; İstanbul'da kalmak uğruna bu bölümü seçtim... geriliyorum. bazı günler çok seviyorum; iyi ki seçmişim diyorum... sonra an geliyor.. pişmanlık kaplıyor dört bir yanımı fütursuzca..
ne yapacağımı, ne edeceğimi bilemiyorum öyle anlarda. umutsuzluğun pençesinde kıvranıyorum...

işte yine öyle bir anda, şöyle bir his yerleşti içime:

hani olur ya.. istemeden, zorla evlendirilir insanlar. derler ki "nikahta keramet vardır..evlenince seversin." istemeden evlenen çift, birbirini sevmek zorunda bırakılır ya da sevmeksizin bir ömürü geçirmeye mahkum olur. bazı yörelerde, boşanmayı bırak.. bu evliliğe itiraz etmek bile suçtur hani.. kimi zaman sevgi doğar bu iki gönülsüz evlilik kurbanı arasında.. o zaman güzelleşir her şey. bazen de sevmezler birbirlerini.. bir de çocuk gelir bu uzak düşlerin çiftine... ya da çiftlerden birinin zaten daha önce aşık olduğu biri vardır... ondan vazgeçmek zorunda kalır...

işte ben de bu durumdayım şimdi.
hayallerimin aşkını; öğretmenliği terketmek zorunda bırakıldım sanki.
ve mütercim-tercümanlık bölümü ile zorla evlendirildim.
bu evlilik boyunca onu sevmek zorundayım.
4 yıl süresince bana eşimi tanıtacaklar, eşimle anlaşabilmem için gereken yöntemleri öğretecekler. ve 4 yılın sonunda başbaşa kalacağız.. yürürse bu evlilik; mutlu olacağız belki de eşimle.. mesleğimle..
peki ya sevemezsem? ömrüm boyunca yüreğimde büyüteceğim bir pişmanlıkla evlendiysem ya..
beynimi kurcalayan bu histen kurtulmanın bir yolu olmalı...

yeni eşimle yolumuzda engeller de var: sınavlar.
sevmediğim için; bu engelleri aşma yolunda çaba da göstermiyorum.
oysa aşmak zorundayım.
bu evlilikten sonra adımın önüne bir de çevirmen sıfatı ekleyecekler... hani soyad değiştirir gibi.. acaba bu sıfatın gücünü taşıyabilecek miyim? ya taşıyamazsam..

heyhat; bu hisler içimde büyüyor. delirecek gibi oluyorum. nefes alamıyorum...

bir çin atasözü şöyle der : "tanrım! değiştirilebilecek şeyleri değiştirebilmem için bana güç ver, değişemeyecek şeyleri kabullenebilmem için sabır ver ve bu ikisini ayırt edebilmem için akıl ver." aynen öyle. ihtiyacım olanlar bunlar.. sabır.. sabır.. sabır.. ta ki, sabır taşı çatlayıp beni isyana sürükleyene kadar...

mesleğimi sevmeliyim.. sevmek zorundayım. bir ömür birlikte yaşayacağız...

sevmeliyim.. değil mi?

17.01.09

14 Ocak 2009 Çarşamba

Nazım Hikmet Ran


esasında; 20 kasım 1901'de selanik'te doğan üstad..

ama aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir.

yani.. yarın, üstadın doğumgünüdür..


iyi ki gelmişsin dünyaya.

iyi ki yüreğinin alevini dizelere dökmüşsün...

iyi ki...


şimdi adını kullanıyor 'birileri'.. çıkarları için..

görüyorsun biliyorum, sen bakma onlara...

kendi çamurlarında boğulsunlar bırak...

biz üzülüyoruz senin yerine de..

sevgiyle anıyoruz adını.

dizelerine düşlerimizi gizliyoruz..


ne güzel şey hatırlamak seni!..



14.1.2009 20:55
not: "ne güzel şey hatırlamak seni" , Nazım Hikmet'in dizelerine hasret gizlenmiş şiiridir aynı zamanda..
"ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken... "
**

10 Ocak 2009 Cumartesi

diş teli.. :)

dikkat!! bu bir veda mektubudur:

sevgili diş telim,
seninle iki yıl önce tanıştık.. önce hiç sevmedim seni, çok üzüldüm, istemedim... ama şimdi, bi kaç ay sonra beni terkedeceğini öğrendiğimde... üzülüyorum... çünkü varlığın rahatsızlık vermiyor artık... evet, çok acı çektim... 3 defa cerrahi operasyon geçirmeme sebep oldun... ilk aylar konuşamadım, gülemedim... kola içmeyi,sakız çiğnemeyi, erik yemeyi özledim... sert şeyler yerken can acısı çektim... ama seni de çok sevdim...
evet sevgili diş telim... vakit ayrılık vaktidir... seninle birlikte gülümsemeye çok alışmıştım... sensizliğe alışmak da zor olacak eminim.... seni ve sevgili doktorumu çok özleyeceğim...

13.9.2008 12:05

**

ayrılma sürecinde, can acısıyla beraber... ayrılıyor olmanın da hüznünü duyabildiğiniz aparat. tel'siz görüntünüze alışmanız zaman alabiliyor.
evet..vedalaştık... tam da bugün, rutin bir kontrol için gittim sanarken... "vakit geldi!" dendi.. nasıl bir surat ifadem oluştuysa, doktorcuğum bile üzüldü halime...
ayrıldık diş telimle.. buraya kadarmış...

1.11.2008 15:53



bi de iki defa gömük diş ameliyatı olmanıza sebep olabiliyor. ayrılığın intikamı herhalde..

bir adı yok bu yazının...



ben güçsüz değilim.
giderken beni öldürmemekle hata ettin.
ölmediğim sürece, hep senden daha güçlü olacağım.
beni öldürmeyen acı, beni güçlendirir!!

ben artık güçsüz değilim.
ama güçlü rolü de yapmıyorum.
çünkü gerçekten güçlüyüm artık.
ve mutluyum.

delirmek üzereyim belki ama... geçirdiğim değişimin sonucu bu. ben güçlüyüm. güçlü..
.
.
.
ve özgürüm bir bulut kadar!..
.
.
.
10.1.2009 17:45

9 Ocak 2009 Cuma

bir an..

bir an.. durur ya insan, hani bakar ya aynaya...
o zaman anlar bazı şeyleri daha net.
yalnızsa hele. aynadaki aksinden başka kimse yoksa etrafta...
idrak etme vaktidir şimdi vakit!

**

kendimi seviyorum.
gerçekten.
meğer yalanmış herkes.. her şey..
hepinizin sevgisi yalanmış. bi tek ben'im gerçek..
oysa ben..
Çok ihanet etmişim bilmeden zavallı ben'e.. *
şimdi anladım..
kendimi seviyorum.
kendimi kendimden başka sevecek hiçbir insan yaşamıyor çünkü dünyada...
ey ben..
umut etmek... sahip olduğun tek güç aslında...

kendine tutun.


29.9.2008 ~ 9.1.2009


* Sagopa Kajmer - yarım gönülle bir öpüş..

3 Ocak 2009 Cumartesi

Barışa Türküler..


biraz da şiirlerimi paylaşma vaktidir vakit..

**



Bir güvercindin hayatıma girdiğinde…
Mutluluk taşırdın kanatlarında.
Bembeyazdın, umut doluydun…
Hayat dolu yüreğinin çırpınışlarında.

Bir güvercindin hayatıma girdiğinde…
Ürkektin, korkardın dokunuşlarımdan.
Sesin içimi titretirdi, ağlardım…
Adın dökülürdü umutla dudaklarımdan.

Bir güvercindin hayatıma girdiğinde…
Ben de zeytin ağacın.
Konardın dallarıma…
Sevginle, sevgimle dinerdi acın.

Bir güvercindin hayatıma girdiğinde…
Özgürdük ikimizde. Özgürce yaşardık.
Sevmezdik tutsaklıkları…
Barışa türküler yakardık.

Bir güvercindin hayatıma girdiğinde…
Acım, acın; umudum, umudun olmuştu.
Bir sevda hikâyesi yazmıştık…
Hüzünler mutluluk, kederler sevinç olmuştu.

Bir güvercindin hayatıma girdiğinde…
Sonra her şey karardı.
Dünya karardı, yıldızlar karardı…
Güvercin karanlığa uçtu, uzaklaştı.

Bir kara leke gibiydin hayatımdan çıkarken…
Bitmek bilmez kâbusların habercisi.
Bir deli rüyaydın belki de sen…
Bitmiş aşkların müjdecisi.

Simsiyah bir gölgeydin hayatımdan çıkarken…
Gülümseyişlere gözyaşı katarak gittin…
Sen giderken, kavgam yarım kaldı…
Her günüme daha fazla esaret kattın.

Sen giderken, savaşlar döndü dünyaya…
Ayak uyduramaz oldum.
Sen giderken, ben küstüm dünyaya.
Kurudu köklerim, duyulmaz oldu barış türküleri…

Sen giderken, kırıldı dallarım…
Barışı getiremez oldum.
Çığlık çığlığa yüreğimle,
Aşkı tanıyamaz oldum.

Sen giderken, güvercinler uğurladı seni…
Sen giderken, ben yarım kaldım…
Sensizlik büyürken içimde,
Kendimle olan ateşkesimi bozuyorum…
Sen giderken, ben bitiyorum…



Mart 2008



not: bu şiir kültür dersanesi'nin "teneffüs" dergisinin mayıs sayısında yayımlanmıştır.


dipnot: okuyanlara teşekkürler defalarca...