19 Kasım 2009 Perşembe

Limon Kolonyası

* Garip bir haftayı daha bitirmek üzereyim, masamın üzerinde duran ve canım sıkıldıkça döküp döküp kendime gelmeye çalıştığım minicik kolonyamla bakışıyorum. ah, Limon Kolonyası! tam bu sıralarda da infected mushroom çalıyor: the pink panther. ilginç bir şarkı, gözümün önünde seken pembe pembe panterler gibi bir yan etkisi var ama.

* "klavyeye dökülen kahve, komşudan istenen klavye..."
Klavye hayati bir bilgisayar donanımı. yokluğu insanın başına dert açıyor. fare olmadan, hadi yine bir nebze klavye kısayolları falan hallediyorsun basit işleri. tabii böyle dediğime bakma sevgili fareciğim, geçen sene seni almadan önce geçen 3 faresiz günün acısı geçmedi hala yüreğimden! tamam, klavye işini de ekran klavyesiyle halledersin ama... ohoo, ölme eşekcik ölme.
neyse, dün gece klavyemin canı fena halde kahve istemiş; eh dayanamayıp bir bardak kahveyi içivermiş kardeşimin ellerinden. o kadar da dedim fazla kahve çarpıntı yapar diye. 8 yıldır kullandığım sevgili klavyemin de vadesi böylece dolmuş oldu. daha paylaşacak çok saçmalamamız olurdu seninle... sözün özü, klavyesizlik fena bir durum. neyseki babamın arkadaşı, birkaç günlüğüne işyerindeki klavyelerinden birini bana verdi. ben bütün haftasonunu evde şu ölümcül vizelerle geçirmeyi planladığımdan, kendime yeni bir klavye ne zaman alabilirim bilemiyorum. sonuçta, başka ellerin dokunduğu başka harflerin konuştuğu bir klavyeyle blog yazıyorum şu anda. düşününce garip aslında. değil mi? bunun da Shift tuşu fena. basıyorsun, basılı kalıyor. BAĞIRA BAĞIRA konuşuyorsun milletle. aynen böyle.

* Beynimde bir solucan besliyorum. ne o, şaşırmış gibisin? mecaz yaptık heralde! solucanın açılımı şu: salak oynak laubali umarsız cırtlak aptal nankör. evet, solucan açılımı! daha da açarsak, açalım da toparlanamayalım bir daha, beynimi kemirip duran bir sorun. hayatımdan çıkan ve vaktinde 'dost' olarak gördüğüm birine kafayı takıyorum. lan! değerini bilememiş, gitmiş işte. ne takarsın daha? ama olmaaaz! damla kendine bir sorun çıkarmadan nefes alamaz. iyi halt yedin. beynimin bir köşesinde enerjimi emen bir solucanla yaşıyorum resmen. bunları anlatırken de haggard çalıyor, awaking the centuries.

* Vizeler hayatı sekteye uğratıyor arkadaş! öyle böyle değil hem de. ağzımda onlarca minik minik yara var, kahve yüzünden bünyem sarsıldı, uykuyu özledim, başım ağrıyor, asabileşiyorum. ve bununla birlikte, elde olmayan sebeplerle sınavlar da kötü geçince... yahu, nasıl bir yaklaşımdır ki bir buçuk saatlik sınavda iki çeviri artı bir de essay sorulabiliyor! çevirinin biri türkçeden ingilizceye ki, gerçekten ustalık ister bu tür çeviri. sonuçta ingilizceye o kadar hakim olamayabiliyoruz. ikinci çeviri ise diliçi çeviri. yani türkçe metin yine türkçe kalacak. onu bir çocuk dergisine göre türkçe için çeviriyorsun. kısaca, aynı konuyu çocukların anlayabileceği şekilde aktarıyorsun. bunları yapmak ve bunlarla ilgili 'ne yaptık, nasıl yaptık' konulu açıklamalar yazmak zaten bir buçuk saat sürdü. doğal olarak da essay yetişmedi. geçmiş olsun efenim!

* Çeviri demişken, öyle geniş bir alan ki bu! illa dilden dile de olması gerekmiyor. şimdi siz buralara kadar gelebildiyseniz yazımı okumuşsunuz demektir! (ah bu da nasıl bir geyiktir!) neyse, bu yazı bittikten sonra "bu ne saçmalamış böyle yaa" ya da "ne güzel yazıyor be" gibi düşünceler kafanızdan geçerken, siz benim yazımı kendi anlayabileceğiniz şekilde algılamış oluyorsunuz. bu da sizin bir çeviri yaptığınızı gösterir. aynı şekilde, trafik işaretlerini gördüğünüzde onun ne anlama geldiğini otomatik olarak kavrayışınız da bir çeviri. evet. güzel bi'şey.

* Çizme denilen ayakkabı niye giyilir? benim nezdimde, pantolonların paçaları çamur falan olmasın diye içine sokarsın ayakkabının. o yüzden giyilir. yahu yağmur çamur yokken dize kadar çizmelerle dolaşmak nasıl bir şeydir? anlamıyorum ve galiba hiçbir zaman da anlamayacağım. haa, evet şık. ama fazlası da zarar! hele hele şu kar botları var ya, ugg deniyor hani. onlar iyiden iyiye asabımı bozuyor. o yüzden teğet geçiyorum bu konuyu.

* Pazar günü, lisedeki sevgili sıra arkadaşımla Gizem'imle buluştum. 15KasımBuluşması! iyi ki var dediğim dostlarımdan biridir o da... sohbet, muhabbet, bolca dedikodu, giderilen hasret... insanın kaybetmeyeceği dostları olduğunu bilmesi ne güzel, çok güzel! herkesle kopmuşken, buluşup hala bir şey paylaşabilmek pek hoş! birbirine uzak kalmamak paha biçilemez!

* Bugün en eğlendiğim dersin sınavı vardı ve şükürler olsun ki iyi geçti. İspanyolca, seni seviyorum ben! :)

* Pazartesi 'çeviri kuramları', salı 'yazılı anlatım', çarşamba ise... pişti! iki sınav. 'sözlü çeviriye giriş', 'karşılaştırmalı dilbilgisi'. ayrıca pazartesiye bir şiir çevirisi yapılacak. tanrım! korku sardı dört bir yanımı... off ki off...

* Bir yazının daha sonuna geldik. yeni saçmalama seanslarımda görüşmek üzere. ayrıca bitirirken moby - why does my heart feel so bad (black hawk down soundtrack) çalıyordu. aynı soruyu şimdi de ben soruyorum. neden kalbim bu kadar kötü hissediyor kendini...

* 19Kasım2009/19:46

13 Kasım 2009 Cuma

Umudum sonsuz...

"Umudum sonsuzdur, uğraşım bitmez hiçbir zaman..."

**
Bazen insanın hiçbir şey için enerjisi kalmıyor, tükeniyor ve tüketiyor o zamanlarda kendini. sonra durup düşünüyorum ben de bu hallerdeyken... üzülmeye hakkım mı var benim, her şeyi başarabilecek güçte bir insanken ve bunu defalarca kanıtlamışken? üzülürüm, ağlarım, sayıklarım, dert yanarım, küfürü basarım! ama bunu böyle sürdüremem ki!
**

her insanın hayatında belli başlı radikal kararlar olur. "bundan sonra... bıdı bıdı ve bıdı..." benim de radikal kararlarım var. evet, radikaller. mesela kışın geldiğini iliklerime kadar hissettikten sonra, parkamı dolaptan çıkarmak gibi! yazlık, cici, sevimli hırkalardan sonra kalın bir kıyafete geçiş yapmak da yeterince radikal bir karar bence. evet. ayrıca kökten değişim kararlarından biri de hatun kişinin saçıyla oynamasıdır. kolay verilen bir karar değildir bu. son bir aydır 'saç kestirmeyi' sayıklayan ben, bu sabahın 10'unda saçımı kestirdim. evet kıydım kendilerine. bir anlık delilik eylemi. güzel de oldu. aynadaki ben'e yeniden göz kırptım bu sabah. sevdim. insan kendiyle yeniden tanışmalı bazen, biz tanıştık bu sabah... :) niye sabahın 10'u bilemedim ama, delilik işte... değişim iyidir. enerji verir...

**

Facebook'ta bir grup: "Vizeler yaklaşıyor, tehlikenin farkında mısınız?" güldüydük epey. al işte, o kadar gülersen yaklaşmakla kalmayıp geliverirler de. merhaba sevgili vize haftaları! ömrümden ömür çalmak, uykusuz geceler yaşatmak ve acaba nasıl sorular sorulacak diye dört dolanmak gibi tripleri de beraberinde getirmişsin... sağ ol! var ol! Endişeliyim. ah, tipik öğrenci hallerinden değil. şu dağınık tavrımdan endişem. ama ruh halimi toparlarken, başarılı bir öğrenci olma kısmını da ıskalamamak lazım diye düşünüyorum. zira okul hayatı iyiyse ruhsal dengesi de bi' toparlanıveriyor kişinin. neyse, görelim bakalım!

**

okul demişken, önemli bir durum mevcut şu aralar. çevirmenler ve çevirmenlik olgusu. herkesin bir ideolojisi var pek tabii ve insanlar bu ideolojiye göre atarlar adımlarını. gel gör ki, çevirmen olunca bunun yapılabilirliği ve yapılma gereksinimi daha bir artıyor. ben bana önerilen işi geri çevirme hakkına tabii ki sahibim. bana faşizm kokan bir metni çevirmem için verseler, kibarca teşekkür eder ve işi istemediğimi söylerim. yayın anlayışı pek çok kesimce yerilen ve yerin dibine sokulan bir gazetenin kültür-sanat servisinde çalışıyorum. pazar ekleri için röportaj çeviriyorum. ve bu yüzden yakın bildiğim kimselerden bile ağır laflar işitiyorum. şu anda benim ideolojimin zarar göreceği bir işle meşgul değilim ben. ulusal bir gazetenin pazar ekinde altında adımla çevirim çıkıyor yahu! edindiğim deneyimse cabası. bir röportaj çevirdim bu hafta, üslubumda ise kocaman bir hata. tashih esnasında sevgili hocam (üniversite hocam, bu işi bulmamı sağlayan kişi..) düzeltmiş hatayı ve bana nasıl daha iyi çevirebileceğim konusunda fikir verdi. hatamı gördüm; nasıl daha iyi olabileceğimi gördüm ve bugünün artısı oldu bu. ne yazık, insanlar bunu anlayamıyor. ayrıca benim karakterim bu kadar net ve güçlüyken, nerede olursam olayım "ben" olmakla-kalmakla övünürken... benim ideolojik olarak zarar görebileceğim nasıl düşünülür yahu?! bu işte büyük bir hata var, çok büyük...

**

ne komik, Google'a Bir damla umut yazınca bin ton şey çıkıyor... alakalı alakasız her yer Bir Damla Umut oldu. onların hepsi ben değilim haberiniz olsun.. ;)

**

ve yazıyı bitirirken... diyorum ki:

direnmek yaşamaktır.
ben hayata direniyorum şu aralar.
beni yıkamayacağını o da fark etti, geri çekiliyor.
yalnızlığımı kutluyorum şu aralar.
yalnızlık algım değişti çünkü... ah gereksiz acılar, ne uğraştırdınız beni böyle...

**

"Umudum sonsuzdur, uğraşım bitmez hiçbir zaman..."

**

Pentagram * SONSUZ

7 Kasım 2009 Cumartesi

bir mutluluk, bir hüzün



'yapılmış en aptalca dalgınlık' listesi hazırlansa, bir numaradan girerim. şu anda o kadar sinirliyim kendime! anca yazarak dökerdim , yazıyorum ben de.

TÜYAP'a gittim bugün. İpek Ongun için iki saat sırada bekledim. ve onunla muhteşem bir sohbet fırsatı yakaladım. 2000 basımı ilk kitap "Bir Genç Kızın Gizli Defteri", 2009 basımı son kitap "Günler Akıp Giderken" !! imzaladı ikisini de İpek ablam. imzalarken duygulandı. taa Altın kitaplardayken basılan ilk kitap ve şimdi Epsilondan çıkan son kitap. kendimi kitapların kahramanı sevgili Serra ile nasıl özdeşleştirdiğimi anlattım; telleri, gözlükleri, kiloları. gerçi ben hala zayıflayamadım onun kadar dedim, güldü çok güzelsin sen dedi... birlikte büyüdünüz dedi. edebiyat konuştuk, 9 yıl öncesini konuştuk. o çok mutlu oldu, ben de öyle. duygulandığını söyledi defalarca... defalarca! ondan çok şey öğrendiğimi anlattım. sende cevher olmasa böyle faydalı olmazdı dedi, gurur duydum seninle dedi... öyle uzun, öyle güzel bir sohbetti ki.
o sırada benden sonraki küçük arkadaşım onlarca fotoğraf çekmişti benim ricamla. her açıdan, her yönden. onlaaarca. ve hepsi.. SİLİNDİ! benim hatam. eksik gözüküyordu. hata veriyordu bilgisayara bağladığımda. hafıza kartını çıkarıp taktım! ve puf! hiçbir şey yok. İpek Ongun yok. Cevat Çapan yok. Uykusuz logosu önündeki kocaman güzel fotom yok. Serdar arkadaş ile paylaşılan anların fotoğrafları yok. hiçbir şey yok. son iki haftada yaşadığım hiçbir şey yok!

Allahım, delireceğim ya. günün tüm anıları, yakalanmış anları silindi! nefret ediyorum! ben 9 yıldır bu sohbeti bekliyordum!!! geriye sadece güzel kitabımdaki imza kaldı... :/

1 Kasım 2009 Pazar

Katil kim?


--> Dila Manav

**

8 Eylül 2009... İstanbul sel altında, dere yatakları taşıyor, insanlar sulara gömülüyor. 17 aylık bir bebek, minik Dila küçücük bedeniyle yenik düşüyor hayata... suçlu sel oluyor, suçlu yağmur oluyor, suçlu dere oluyor. Dila'nın ailesi, bu ihmalden canı yananlar ve Dila'yı hiç tanımadan onu sevenler ihmallerin hesabını sormaya uğraşıyor. ama suçlu yine yağmur oluyor!!!
ve bugün, 1 Kasım 2009! Türkiye'nin pek çok yerinde yine sel felaketi yaşanıyor. suçlu yine yağmur, yağmur katil! peki, yağmur mu katil? daha biz Dila'nın acısını sindirememişken küçücük bebekleri aramızdan alan katil yağmur mu? doğa intikam mı alıyor?
asıl katiller, yetkililer. Dila'nın ölüm sebebi ne biliyor musunuz? Mahkemece atanan bilirkişi raporundaki su tahliye tedbir ihmalleri sonucu bir CİNAYET!!!

suçlamayın artık yağmuru, ne suçu var damlaların!
doğa ona yaşatılanları yansıtır! katil, doğanın uyarılarını dikkate almayanlar! katil, İstanbul ve pek çok il her türlü felakete hazırlıksızken yan gelip yatanlar! katil yağmur değil! tedbirsizlik!
ihmallerden ölüyor insanlar... anaların gözyaşı kalıyor geriye!
'Can Suyum' diyor babası Dila'ya, yağmur neden alsın ki Dila'yı. neden kin gütsün! yağmur neden katil olsun!

duymak istemiyorum artık, "katil yağmur" söylemlerini.
katiller her tarafta ama doğa değil!