29 Ocak 2010 Cuma

Birikinti

Aslında hiç yazasım yok, hatta o kadar yok ki az önce yanlışlıkla "Kaydı Yayınla" diyerekten sadece başlığı olan bir yazı koymuşum blogcuğuma. İyi değilim ben. Ve fakat nasıl iyi olacağımı da bilmiyorum. Çok şey birikti anlatacak, ufak ufak hepsine değinmeli... mi?

# Yazıya başlarken Mor ve Ötesi - Canlı Yayın çalıyordu... # "biz mi seçtik mahvolmayı?"

Öncelikle yazının başlığı neden "Birikinti"... Çünkü biriktim, evet. Bazen delice yazasım geliyor, ellerim titriyor falan. Sonra birden geçiyor. Geçmeden içimi dökeyim dedim, biriktikçe deliriyorum çünkü.

^^

Nerden başlasak... Hadi, havadan sudan konuşalım. Kar! O kadar özledik ki geldi sonunda. Yolları ve Marmara'lıların tatil planlarını mahvetse de geldi. Hıhı, sınavlarım gümbürtüye gitti, zaten 15 günlük olan tatil iyice iyice kısaldı. Bana göre hava hoş, evimdeydim de... Evlerine döneceklere yazık oldu sanki. Salı-Çarşamba olacak sınavlar şubatın ilk haftasına kaldı. Notlar da ufak ufak açıklanıyor, umarım bir aksilik olmadan şu dönemi de kapatırım...

^^

Amaaaa... Kar güzeldi... :) Dokunmak, bembeyaz ve henüz safken kara dokunmak... Ağaçları, doğayı dinlemek... Ağaç demişken, bizim kampüsten bir çam ağacı fotoğrafı göstermek isterdim size ama, Blogger'ın uyuzluk edeceği tuttu... Ama ben ağaca aşık oldum yahu! :) Karla kaplı bir çam ağacı.. :)

Evet! Aşık olacaksan doğaya, kurda kuşa, börtü böceğe olmak gerek aslında. Ne hayrını gördük ki kalbimizi başkasına emanet etmenin. Yüreğin parçalarını yerden topladıktan sonra ne anlamı var birini sevmenin? Hele güvenmek... Koskoca kız oldum, hala bir çocuk gibiyim. Hala saf... Güveniyorum, güvenmek gerektiğini hissediyorum. Herkesin bir şansı olmalı diyorum, hepsi aynı olamaz ya diyorum... Ah! Bitti gitti işte herkes. Dost mu? Sevgili mi? Hani? Benim bir tane dostum vardı ya, başımın üstünde taşırdım... Yazılar döşerdim... Abim diye severdim! Öğrendim ki sıkılmış benden. Çok sıktığım için kaçmış. Evet kaçtı. Kendi bilir. Bundan sonra hiç kimse için ağlamak yok. Derdine derdimmiş gibi üzülmek yok! Ama yapıyorum ben bunu galiba. İnsanları ilgimle boğuyorum. Onlar bir adım atıyorsa, ben koşuyorum. Artık durma vakti gelmiştir bence. Aptallığıma yanayım.
Tam bu esnada MvÖ - The Faithful Lover çalması da nasıl bir kaderdir... Neyse, gidenin ardından yeterince ağladık... Belki vakit yeni şarkılar söyleme vaktidir...

Bugünlerde sırf Mor ve Ötesi dinliyorum. Öyle bir esti birden. Eski albümleri tek tek yeniden ezberliyorum. En çok takıldığım da Beyaz oldu. "İyi ki varsın, iyi ki yokum."... Bu adamlar da öyle bir büyü var ki, 15 yıl da geçse 30 yıl da geçse yine severek, taparak dinleriz gibime geliyor... Yine yine yine... Yazımı hatırlatırım: Renkler, içinde en güzelinin mor olduğu renkler...

**

Formspring diye bir hadise var şimdi. Soru soruyorsun, sana soru soruluyor. Eğlenceli gibi. Ama bazı gereksiz insanlar da yok değil. Uğraşa uğraşa kendini msne ekleten ve sonra silen tipler gibi. Nasıl bir ego var böylelerinde, böyle mi tatmin oluyorlar bilemedim... Aman! Ben de 'takıntılı' bir insan olduğumdan, bu tuhaf insanımsı varlıkları da düşünüp kendime dert ediniyorum ya... Ne denir artık!

**

Hani bayram analizi yaparken, bir oyundan bahsetmiştim. Vampirdim hani. Artık bir kurtkadınım! :) Klan üyelerimden, pek de sevdiğim bir abla bir de suyun öteki tarafını denemek istediğini ona eşlik edip etmeyeceğimi sordu... Zevkle dedim. Ve güçlü bir kurda dönüştürüldüm. :) Oyunsa gittikçe keyifli hale geliyor. Adminimiz yeni bir özellik eklemiş: Mate. Yani evlenmek diye de çevirebiliriz çiftleşmek olarak da!! Neyse, bir eşin oluyor oyunda, birbirinizle altın ve diğer gereksinimleri kolayca karşılayabileceğiniz özel bir sekme falan oluşturulmuş. Benim de bir eşim var tabii, bir kurtadam. Lakin, oyunun ilk günlerinden beri bana yardımcı olan bir vampir de onun eşi olmamı, tekrar vampire dönmemi istiyor ama... Bilemedim ne yapacağımı... Aynı Bella gibi oldum galiba: Bir vampir ve bir kurtadam benim için kavga edecek! Vampir olanın buna niyeti var, madem benimle olmuyorsun o zaman eşini iyi koru dedi!.. Oyunda bile talihsiz miyim neyim!

**

Hep aynı sıkıntı içimde... Yazı uzadıkça anlatacaklarımı unutuyorum. "Ben kimim, nerdeyim... Çok tuhaf bir yerdeyim...".

# Yazı biterken yine Mor ve Ötesi... Hep Aynı!
# "Hep aynı dertler, hep aynı yüzler..."

11 Ocak 2010 Pazartesi

Sinema Günleri

Uzun süredir sinemaya gitmeye vakit bulamıyordum. Lakin vizyondaki o pek güzel filmlerin tadına bakmak için daha fazla bekleyemedim! Elbette istediklerimin hepsine gidemedim. Daha görmem gerekenler var, ancak zaman problemim hızla geri geldi; ben vakit bulana kadar da yerlerine yenileri gelir.

**

İlk film, Neşeli Hayat. Kadıköy/Rexx'te, etraftaki yılışık çiftlere uyuz ola ola izledim. :)

Tanıdık oyuncularla, sıcak bir hikayeydi beni karşılayan. Yılmaz Erdoğan yönetmenliğinde, BKM Mutfak oyuncularının gerçekçi performanslarıyla; yer yer umulanı vermese de, tam yıl sonuna yakışır bir filmdi.
Bir espriye gülmek ya da gülmemek, kişinin kendi değer yargılarına ve espri anlayışına bağlıdır pek tabii. Ama salonu güldürebilen çok kaliteli esprilerle de süslenmişti film. Zaten "Çok Güzel Hareketler Bunlar"dan da bildiğimiz gibi, kimi oyuncuları sadece görmek bile insanı gülümsetebiliyor. Mesela Ersin Korkut.
Hikayenin içimi ısıttığını rahatlıkla söyleyebilirim; sosyal bir mesaj da saklı sanki! Rıza... Attığı her adımda hüsrana uğrayan bir emekçi. Ve son işi de, kim olduğunu bile bilmediği birinin yerine geçmek: Noel Baba. İçi bin tane dertle dolu olsa da, çocukları mutlu etmeye çalışmalı yani! Kültürümüze tarih içinde yavaş yavaş işlenen bu Noel Baba figürünün içinde, hayat mücadelesine şahit oluyoruz Rıza'nın.

Yılmaz Erdoğan, Vizontele'lerdeki gibi etkileyici yine. Karakterini şivesiyle, mimikleriyle capcanlı görebiliyorsunuz. Büşra Pekin de sempatik ve gerçekçi oluşuyla kendini fark ettiriyor. BKM Mutfak ile şenlenen filmin göze çarpan oyuncuları arasında ise Oğuzhan Koç, Murat Eken, Cezmi Baskın, Eser Yenenler, Bülent Emrah Parlak, Ayça Erturan, Metin Yıldız gibi isimler bulunuyor. Erdal Tosun ve Sinan Bengier gibi Mutfak dışı deneyimli oyuncular da filme tat katıyor. Bu arada Erdal Tosun aklımda hep Bir Demet Tiyatro ile kalmış, ilginç.
Tüm bu güzelliklere rağmen, çok fazla iz bıraktığını söyleyemeyeceğim. En azından birilerine hevesle anlatmamıştım bu yazıyı yazana kadar. Ama şu da bir gerçek ki, üzerinde emek harcanmış her şeye saygımız sonsuz, hele ki böyle yetenekli oyuncular söz konusuysa...
Ayrıca filmden sonra Şahin Irmak hayranlığım su yüzüne çıktı.. Hıyarlı Baba gibi unutulmayan bir karakter yaratan oyuncu, filmde başrolde olmasa bile çok etkileyiciydi.

**

Gelelim ikinci filme...
Sanırım hayatımın en muhteşem filmiyle karşı karşıyayım!.. AVATAR!


Ne söylesem, ne yazsam eksik kalır... Büyülendim! Görselliğiyle, öyküsüyle, oyuncularıyla, aksiyonuyla ve üç boyutlu şahane şovuyla... Iskalanmayacak bir film, derin izler bıraktı arkasında. Kadıköy/Cine Bonus'ta, 3D tekniği yardımıyla buluştum bu film ile. Hiçbir şey okumadan, yorumlara kulaklarımı tıkayarak gittim. Bu deneyimi, tüm tadıyla, kendim kazanmalıydım. Öyle de oldu. Kesinlikle bir sihir söz konusu. Kendimi bir Na'vi gibi hissedecek kadar içine girdim öykünün. The Crow'dan sonra hiçbir şey beni böyle delicesine etkileyemez diye düşünürdüm. Galiba hayatıma yeni bir film daha girdi artık.
İnsanoğlunun o gözü doymayan tavrı, öykünün çıkış noktası. Dünya'yı mahvedip, güzeller güzeli bir gezegen olan Pandora'yı da o gerizekalı hırslarına kurban etmeye niyetlenmiş "Gökadamları", Pandora'nın yerli halkı Na'vilerle karşı karşıya geliyor. Sam Worthington tarafından can verilen Jake Sully, Na'vilerin arasına karışıyor Avatar'ıyla... Kendisine benzeyen, yarı Na'vi yarı insan karakteri ile... Bu arada, Sam Worthington oyunculuğu ile göz kamaştırıyor, tapınabiliriz kendisine.

Hikaye tanıdık aslında. Ama böylesine bir anlatım... İnanılmaz! Daha fazla detaylara girmek istemiyorum, anlattıkça eksikler gözüme çarpacak biliyorum. Bildiğim bir başka şey de, ne kadar anlatsam da doymayacağım.
Filmin yapımı dört yıl sürmüş, ama filmin senaryosunu yazan ve yöneten efsane James Cameron bu filmi 1970'lerden beri yüreğinde taşımış. Sadece gerekli teknolojinin hazır olması bekleniyormuş... Tüm oyuncular kendi karakterlerini canlandırıyor, özel teknolojilerle hazırlanan karakterler bilgisayar ekranında onlardan aldıkları güçle hareket ediyor... Mucize gibi film!


Eve gelir gelmez ilk yaptığım, filmi ve tekniklerini araştırmak oldu; insanda böyle bir merak ve coşku uyandıran bir yapımın etkileyici olduğu muhakkak.
Kutsal ağaçların ortasında, hızlı, çevik ve yetenekli bir Na'vi gibi hissettiğiniz her an filme daha çok aşık oluyorsunuz.
Eğer ilgileniyorsanız, filmle ilgili daha derin detaylar için:
http://www.avatarmovie.com/
ve benim de çok işime yarayan,
http://www.imdb.com/title/tt0499549/

vee.. Neytiri! Sıklıkla kendimle özdeşleştirdiğim karakter. Na'vi klan liderlerinin kızı... Zoe Saldana tarafından canlandırılıyor ve... ah! gerisi birazcık boşboğazlık olur izlemeyenler için... :)

Tamamen başka bir dünyada ama aslında çok tanıdık hayatlarla, eşi bulunmaz bir yolculuktu bu film!

Jake Sully: I see you.
Neytiri: I see you.




Yönetmen James Cameron'u saygıyla selamlıyorum. Titanic'ten sonra yine asla ölmeyecek bir efsaneye imza atmış kendileri!

Ben de bir Avatar olmak istiyorum!


**

Ve üçüncü film... Uzun zamandır hevesle beklediğim, fragmanlarıyla bile yerlere yatıran: Yahşi Batı!!! Tam tabiri ile, "bir Cem Yılmaz filmi".

Burada yabancıları sevmezler... Yerlileri hiç sevmezler!


GORA ve AROG'dan daha az güldüm gibi... Ama yine de öyle bir keyifle izledim ki, çıktığımda gülmekten karnım ağrıyordu! Günümüzde başlayan filmin esas hikayesi 1881'de geçiyor.



Bu sefer bir değişiklik yapıp Pendik'te gittim filme, Oskar'da. Kadıköy'dekine göre daha küçük de olsa salon, en azından yakınlarımda öpüşen bir çift yoktu film esnasında dikkatimi küfür etmeye yöneltebilecek. :)
O klasık Western çizgisindeki kovboy filmlerinin pek çok simgesiyle dalga geçilen, kaliteli göndermelerle günümüz emperyalizmine sıkça laf sokan keyifle izlenecek bir filmdi kendileri. Ayrıca Kızılderililere inanılmaz saygı duyan bir birey olarak, yerli halkın da işin içinde olması güzeldi. Esprileri tek tek yazarak 3. haftasındaki bir filmin keyfini kaçırmak istemem.
Cem Yılmaz, Ozan Güven ve Özkan Uğur zaten artık yanyana gelince bile gülümseten isimler. GORA ve AROG'dan sonra onları yine bir arada görmek çok güzeldi. Demet Evgar ise şahane bir oyunculuk sergilemiş; lakin arkamdaki çocukların film arasında "1 Kadın 1 Erkek" teki kadın diye kendisini tanımlamaları pek hoş değildi... Demet Evgar, pek çok değerli yapımda yer almış bir isim. Sadece tek bir yapımla -o da Facebook'taki videolarla bilinen bir yapım- tanınması biraz üzücü. Başka bir usta olan Zafer Algöz de inanılmaz inandırıcıydı ve rolüyle bütünleşmişti.
Hele sahneler... Dekor! Kıyafetler! Emek harcanan ve hakettiği değeri görmesi gereken bir film Yahşi Batı.

Filmin tek kötü tarafı ise, televizyonda sürekli dönen Cola Turka reklamları. İçmezdim, iyice soğudum. :)

Helal olsun! Adamlar yapmış abiiii...