1 Ocak 2011 Cumartesi

The Crow: Ölümsüz Aşk

Daha önce kısa da olsa yazmıştım hayatımın filmi hakkında, yine yazacağım. Aslında eski bir yazım. 20 Aralık 2009 tarihinde Taraf gazetesinin Pazar ekinde yayımlanmıştı. Ben baskıya yollarken düzenlemişim. Fakat elimde Word halinde olmadığı için dergiden bakarak yazıyorum. Kimi çıkarılan yerleri de ekleyerek yeni bir halini paylaşıyorum sizinle, 16. yılını dolduran film şerefine...



Kadim zamanlarda, insanlar öldüğünde ruhlarının bir karga tarafından ölüler diyarına götürüldüğüne inanılırdı. Ama bazen, o kadar kötü bir şey olurdu ki; ruh beraberinde büyük bir keder getirirdi ve huzura kavuşamazdı. Böyle olduğunda karga bazen, ama bazen, bu ruhu dünyaya geri götürürdü. Doğru gitmeyen şeyleri düzeltmek için… Eric Draven’in da ruhu, bir türlü huzur bulamayanlardandı; aşkını, ruhunu, kendini bir karganın kanadına yükleyip geri döndü dünyaya... İntikamını alabilmek için! İşte böyle başlar bizim de hikâyemiz: 30 Ekim gecesi, yani nam-ı diğer Şeytanın Gecesi’nde, yangınların ve acıların ortasında…
1994 yapımı The Crow filmi, temellerini James O’Barr’ın seksenli yıllarda iz bırakmış çizgi romanından alır; O’Barr nişanlısını bir trafik kazasında kaybetmesiyle açılan yarasını çizgilere gizlemeye çalışırken bu mucize film için belki de ilk adımı atar. Seksenlerin başında, nişan yüzükleri için öldürülen genç bir çiftin acı haberi de O’Barr’a ilham verir ve öykümüzün çıkış noktası olur. Sonraları bir efsane olacak ve sinemaseverler arasında kült sayılacak film ise, David J. Schow ve John Shirley tarafından uyarlanarak Alex Proyas’ın yönetmenliğinde can bulur. Bu uyarlama esnasında tabii ki kimi değişiklikler de meydana gelir. Çizgi romanda sadece Eric diye anılan bir tamirci iken kahramanımız, O’Barr’ın çizgilerinde bir müzisyene dönüştürülür. Bir de soyad eklenir: Eric Draven. İçinde gizlediği bir ‘Kuzgun’ vardır bu adın, Edgar Allan Poe’nun o muhteşem şiirine bir gönderme ile… “Eric The Raven…” Zaten sahnelerden birinde kendine göre uyarlamış da olsa, bir alıntı yapar Eric bu şiirden… “Suddenly there came a tapping/as of someone gently rapping/rapping at my chamber door.” “Bir takırtı geldi birden, sanki kibarca/Oda kapımı çalan-çalan birisi gibi…”
Gelmiş geçmiş en iyi çizgi romandan filme uyarlamalarından kabul edilen The Crow, Türkiye’de gösterime Ölümsüz Aşk adıyla Aralık 1994’te girmiş ve adına yakışır şekilde aşkın ölümsüzlüğüne inandırıvermiştir tutkunlarını. “Bir insan aşkı için en fazla ne yapabilir” sorusunun kanlı canlı cevabıdır The Crow. Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee’nin Eric Draven rolüyle devleştiği film, Lee’yi aramızdan alan da olmuştur aynı zamanda. Muhteşem bir anti-kahraman olup, içimize işleyen bakışlarıyla filme anlam katan Lee çekimler esnasında yanlış doldurulmuş bir silahın kurbanı olur henüz 28 yaşındayken… Tıpkı babası gibi film setinde can verir. 58 günlük çekimlerin 52. gününde veda eder Lee ve onsuz tamamlanır sahneler, onsuz gösterime girer film… Ama asla onsuz anılamaz! Bu filmin böyle efsane haline gelmesinde Lee dışındaki oyuncuların da etkisi yadsınamaz pek tabii…
Bir kız çocuğunun sesiyle başlar film. Her şey Şeytanın Gecesi’nde yani muhteşem bir rock gitaristi olan Eric Draven ve nişanlısı Shelly Webster’in 31 Ekimdeki nikâhlarından önceki gece, çiftin gözü dönmüş sapkınlarca öldürülmesiyle başlar. Tıpkı küçük Sarah’ın söylediği gibi: “Sevgi gerçekse ve iki insan beraber olmak istiyorsa, kimse onları ayıramaz.” Ve tam bir yıl sonra, yine aynı günde… Sevdiceğinin acısıyla ölüler diyarında huzur bulamayan Eric, sırtlanır kederini döner dünyaya… Tam da arkada The Cure – Burn çalarken kendine muhteşem bir makyaj yapar Eric; onunla özdeşleşen, onu anlatan. Harlequin maskesiyle ve bir sahnede çatının üzerinde olağanüstü bir solo için kullandığı gitarıyla, intikama yürür adım adım. “Victims, aren't we all?” en çarpıcı repliklerinden filmin... Eric söylüyor, tam yerinde tam zamanında! "Kurbanlar... Hepimiz öyle değil miyiz?"
Öyle bir filmdir ki bu, Brandon Lee öldükten sonra seriye devam edilse de, her zaman en özeli olmuştur The Crow’ların. Belki de, Lee’yi kaybedişimizden sonra yüreğimiz elvermez öyle çok sevmeye diğer üç filmi… Öyle bir filmdir ki bu… Döner bakarsın her seferinde bir kargaya sevgiyle, sesi bile rahatsız etmez artık... Ve beklersin çıksın gelsin Brandon Lee bir yerden... Gelsin de tüm kötülerden intikam alsın istersin... Ama gelmez. Kim bilir? Belki bir gün... Belki bir gün, bir karga çıkar gelir ve senin ruhuna da yardım eder kurtulmak için tüm kötülüklerden...
Karanlıkların içinde, acılı bir prenstir Eric ve belki de “cehennemden bir pantomimci”. Hayranlıkla izlersiniz savaşını. Elinde gitarı, muhteşem bir solo ile unutulmazlar arasına ekler o sahneyi ve sonra parçalar gitarı notalara sakladığı her bir gözyaşıyla… “It can't rain all the time” der bir sahnede. “Her zaman yağmur yağmaz...” gibi bir replikle bile insanı yaralar, yakalar, yakar, iz bırakır... Unutamazsınız kolay kolay... Aşk için mücadele nedir, görürsünüz... Artık yaşamıyor da olsanız, aşkınıza yapılanların intikamını almak istemek nasıl bir şeydir anlarsınız... Yağmur yağarken, kulaklarınızda Jane Siberry’nin “It Can't Rain All the Time” diyen sesiyle ağlayıverirsiniz… 16 yıldır etkisi sürüyorsa bu filmin ve dinmiyorsa acısı, o zaman Sarah’ın şu sözlerine hak vermek gerekir: "Binalar yanar, insanlar ölür... Ama gerçek aşk sonsuza kadar sürer..."

26 Aralık 2010 Pazar

Rüya!




Rüyalarım kısmen de olsa gerçek oldu! Hayatımın en mutlu gününün üzerinden tam bir hafta geçti. Bu yazıyı yazmakta geç kaldım biliyorum ama geç olsun güç olmasın!
19 Aralık 2010 tarihinde Bostancı Gösteri Merkezi’nde gerçekleşen maNga & Mor ve Ötesi konserinden bahsediyorum!

Akşam saat 6’da başlayacak konser için, saatler 3’ü gösterirken kapıda dikilmeye başlamıştım bile! Yoğun bir kalabalık ve heyecanlı hayranlarla doluydu ortalık. Çakma fanlar da eksik değildi elbet. Biz Mordaşlar onlara Cambazcı diyoruz. Mor ve Ötesi hakkında hiçbir şey bilmeden, tanımadan etmeden, popüler şarkılarını ezbere bilerek fan olmakla övünen insanlar… Neyse, sinirimi onlarla bozmayacağım. :))

Benim için fazlaca özel bir gündü 19 Aralık! Çünkü ben hem maNga hem Mor ve Ötesi dinleyen, ikisini de çok seven biriydim ve ortak fan olarak en öndeki yerimi aldım konserde! Gerçi maNga konserinde zıplamaya kendimi kaptırınca yerim değişti biraz da, morlarım sahnedeyken geri döndüm.
Mekândan bahsedelim biraz; açıkçası düzensizlik, kapıda yaşanan gerginlikler ve güvenlik görevlilerinin saçma sapan tavırları ücretsiz halk konserine gelmiş izlenimi yarattı bende. Seyircilerin seviyesizliği ise ayrı âlemdi. Birbirlerini iterek, zarar vererek, kargaşa yaratarak ne elde ettiler bilmiyorum.

4’te açılması gereken kapılar 5’te ancak açılabildi… Saat 6 buçuğa doğru ise... maNga sahnedeydi! İyi ki sahnedeydi! Bir an bile yerimizde durdurmadı bizi 2010’un Eurovision fatihi! Libido, Evdeki Ses, İtildik, Sessizlik Sona Erdi seyirciyi en çok coşturan parçalardı: "Zıplamaya hazırsan durma zıplaaa!" Ferman Akgül her zamanki neşesi ve bilindik tavırlarıyla frontman’liğini ortaya koydu. Yağmur Sarıgül sahnenin bana uzak tarafında olsa da klavye çalarken bende uyandırdığı hayranlık yıllardır baki… Yine hayran bıraktı sevgili elektro gitaristimiz. Cem Bahtiyar yüzünden ise benim bulunduğum taraftaki kızların ses telleri patladı! :)) Sanırım kendisine âşık binlerce kız mevcut! Şu dünyada Kerem Kabadayı’dan sonra en beğendiğim davulculardan olan Özgür Can Öney ise yine kendi kendine eğlendi diyebilirim. Onu izlemesi bile keyif. Ve… En sona sakladığım adam: Efe Yılmaz. maNga’yı ilk dinlemeye başladığım zamanlardan beri tavırlarıyla kendine bağlamıştı beni. Konser esnasında da oradan oraya zıplayan yaramaz çocuk tavırlarıyla gönlümü fethetti. Onu izlerken gülme krizine girdim; sahnede ne bulduysa fırlattı! Benim bulduğum tarafa değil ne yazık ki! Yeni İngilizce parçaları "Fly to Stay Alive"ı da bizimle canlı canlı paylaşan ekip, sahnedeki şovlarıyla bizi hem yordu hem keyiflendirdi. Cevapsız Sorular ve Alışırım Gözlerimi Kapamaya ile de epey duygulandırdılar… Muhteşem şarkılar ve muhteşem müziklerden sonra 5 güzel adam yan yana selam verip, veda ettiler bize.

8 gibi sahneden inerken maNga, benim de 4 yıldır beklediğim vuslat anı adım adım yaklaşıyordu. Evet, ortak fanım. Evet, maNga’yı da çok seviyorum ve albümleri çıkar çıkmaz gidip ediniyorum… Evet, mümkünse yakınlardaki konserlerine gidiyorum… Ama mor ve ötesi hayranlığım bambaşka boyutlarda! Ve ben 10 Aralık 2006’dan beri yeniden kavuşmayı düşlüyordum! Düşlediğim bir şey daha vardı, kulise girebilmek; ağabeylerimle fotoğraf çektirebilmek! Ama olmadı, olamadı… Acım büyük. Ama umudum tükenmedi. Elbet bir gün kavuşacağız!

Gitarlar geldi, ekipmanlar kuruldu, Kerem ağabeyimin davulu da sahnedeki yerini aldı… Ben de o arada maNga tişörtünü çıkarıp, 2008’den beri sakladığım mor ve ötesi tişörtünü geçiriverdim üzerime. Ve sabırsız bekleyiş sahneye fırlayan dört muhteşem adamla sona erdi! Ben onlar daha sahneye yerleşirken ağlamaya başladım. İlk şarkı Yardım Et… Mutluluk gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyor ve şarkıya bağıra çağıra eşlik ederken mırıldanıyorum bir yandan da içimden: şükürler olsun! Yardım Et bittikten sonra Cambaz’a geçiyor morlarım. Burak Güven’in önündeyim. Gitarı ağlatıyor adam resmen. Öyle bir uyum içinde ki gitarıyla, insanın tavırlarını gözünü ayırmadan izleyesi geliyor. Kerem Özyeğen, 7 Aralık’taki radyo programında mailim okunduktan sonra "Teşekkürler Damlacım" dediği andan beri daha özel benim için… Konser esnasında da uçarak, zıplayarak ve elektrogitarıyla harikalar yaratarak müzik zevkime katkıda bulundu epey. Ve Harun Tekin. Onun hakkında söylenecek çok fazla şey var. Aynı anda onlarca şey yapıp hepsinde de muhteşem olabiliyor o! Yine tavırlarıyla ve sahnedeki duruşuyla büyüleyiciydi… Elbette burada da sona sakladığım biri var: Kerem Kabadayı. Kerem Kabadayı’m. Ağabeyim. Sevdiğim, yanımda olmasını istediğim, kendisinden çok şey öğrenebileceğim insan! Davuluyla mucizeler yaratıyor! 20 Aralık da onun doğum günüydü… Çok istedim kutlayabileyim, kulise girebileyim… Ama olmadı, canım ağabeyime sarılamadım bile! O orada, ritimlerle şarkılara can verdi… Bense durmadan duraksamadan onu izledim! Bir yandan da yazabilmek için playlisti not ettim elimde kağıt kalem! Evet, yaptım bunu!

Cambaz'dan sonra Masumiyetin Ziyan Olmaz albümüne uğruyor morlar şöyle bir: Korkma diyorlar… Ve sonra Dünya Yalan Söylüyor'a geri dönüyoruz. Sevda Çiçeği ile Şirket arka arkaya geliyor, sonra neşesi yerinde izleyiciyi ağlatmaya karar veriyor mor ve ötesi… Küçük Sevgilim çalınıyor! Biz daha gözyaşlarımızı kurulamadan, Araf 'a başlıyorlar! Ben hem şükrediyor, hem ağlıyorum. Gözlerim Kerem Kabadayı’da yine. Araf'ın sonunda "bir daha" çığlıkları yükseliyor ama zaman sınırlı, Camgezer’le devam ediyorlar… "neden âşıksın bana?" sonra Kara Kutu başlıyor. Burak Güven bu aralarda gitarıyla zıplaya hoplaya şov yapıyor. :))) Sonra… Aşk İçinde! Dünya Yalan Söylüyor dünyası bambaşka ya! Ama bu dünya bitiveriyor, Sor ile 2012 geliyor arka arkaya! Masumiyetimiz ziyan olmaz inşallah! Sonra soruyor Harun Tekin… “Dünyaya geldiğine pişman olan var mı?” çoğunluğun elleri havada… “madem öyle hepinizin köprüde olması gerekir” diyor Harun… Gülüyor ve sıradaki şarkıyı biz hayattan bıkmışlara armağan ediyor: Re! Sonra yine gözyaşlarımı tetikleyen, içimi acıtan Ayıp Olmaz mı geliyor… Biz hepten duygusallaşmışken “Biz 15 yıl sonra bir şey yaptık” diyor Harun. Gerçek fanlar hemen anlıyor neden bahsettiğini, bir çığlık atıveriyoruz. Tahminlerimizde haklı çıkıyoruz… “o şarkının adı Loveliest Mistake!” ve sonra günün anlam ve önemini belirtebilecek yegane şarkıya boğazımız patlayana kadar eşlik etmeye başlıyoruz: Daha Mutlu Olamam!.. Bir Derdim Var diye de ekledikten sonra… Yorma Kendini diyerek bitiyor bu mucize konser…

Ya da bitmiyor mu aslında? O arada biz bir bekleme sürecine giriyoruz. Sanırım beklenen an yaklaşıyor: sürpriz düet! Yine yanılmıyoruz; maNga geliyor sahneye. Mucize gerçekleşiyor, Rüya’m gerçekleşiyor… 9 sevdiğim adam aynı sahnede birlikte yer alıyor… Ferman duygusal konuşmalar yapıyor bu arada… Mor ve Ötesi ile birlikte olmaktan duydukları mutluluğu anlatıyor, gözlerim doluyor onları birbirlerine sarılırken görünce! İki Eurovision fatihi, iki güzel Eurovision parçasını birlikte seslendiriyor sonra. 2010 güzelliği We Could Be The Same’den sonra, Harun “rövanşı” anons ediyor: 2008’den kalma sevgili Deli… Veda vakti yaklaşıyor, ama hepimizin neşesi yerinde! İyi ki varlar, iyi ki!

Deli bitiyor, son akorlar, son ritmler Bostancı’da yankılanıyor ve iniyorlar sahneden… İrem, ben ve Tansu bırakamıyoruz, terk edemiyoruz salonu. Görmeliyiz, kavuşmalıyız! Ama olmuyor… Mordaşlarımın ve benim hayalim yarım kalıyor; kavuşamadan ayrılıyoruz Bostancı’dan… “Bir dahakine…” diyerek…

Bir dahakine gerçekten daha mutlu olamamak dileğiyle...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Yeni bir Sanal Eylem bu arkadaşlar...
http://bit.ly/aglVl7
bir tıklama ile bu eyleme katkıda bulunmak mümkün...
Doğanın dengesi her sene biraz daha bozulurken, dur demek elimizde!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Unutuyorum...

Birinin elini tutmakla bitmiyormuş iş, yüreğini de tutabilmekteymiş marifet…
Dudaklarına kondurduğun öpücükler değilmiş gerçek olan, yüreğine kondurabildiklerinmiş…
Birinin peşinden koşmak değilmiş esas olan, durduğun yerde durup onun sana adım adım gelmesini izlemek ve her adımında şükretmekmiş gelişine!
‘Seni özlüyorum’ demek değilmiş anlam taşıyan, özlediğinde yüreğinin oluk oluk kanadığını hissetmekmiş…
‘Senden nefret ediyorum’ demek de değilmiş etkili olan, nefretinden tir tir titreyerek lanet okumakmış harcadığın günlere!

Bitti diyorum artık. Kendimden de, sevgiden de umudu kestim.
Hayatta aşk’sız da yaşanabilir mi, bunu deneyeceğiz artık.
“Kaybettikçe bir çentik attı alnımın üstüne Tanrı!” Çentiklerimden geçit yok artık aşka… Kaybettim her şeyi. En çok güvendiğim şeyi, umudumu…

Şimdi yeniden sarılmak gerekiyor hayata.
“Beni sevmediğin zamanlarda alıştım susmaya…”
Yeni uğraşlar bulmalı, yeni yazılar yazmalı, yeni yollar açmalı ve yeni umutlar büyütmeli…
Hayatta yıkılmamalı artık, acıları en derinlere gömmeli.
Artık ağlamamalı belki de. Gözyaşı öyle herkesin arkasından dökülecek kadar değersiz mi?
Canım yanıyor, canım çok acıyor…
“Son defa görsem seni, kaybolsam yüzünde…” Biz neden hep yeniliyoruz hayata?.. Ne kadar güçsüzmüşüm meğer. Ne çabuk yıkılıyormuşum… “Peki sen en yanlış ‘adam’... Nasıl en çok sen acıttın?”… Ama BİTTİ!

Karamsarlığı aldığım gibi denize fırlatacağım yarın sabah. Gülümseyerek uyanıp gülümseyerek yürüyeceğim aydınlığa. “Geçmem bir daha Kadıköy’den” lafını silip atıp yine yürüyeceğim Kadıköy yollarında… Yeniden dirileceğim.

“Hoşça kal.. Olacaklar sensiz olsun! Daha durmam boşluklarında ben, UNUTUYORUM!”

5 Eylül 2010 Pazar

nokta

Bitti. Nokta.
Uğraştığım, iyi niyet duvarlarıyla ördüğüm her şeyi yıktım.
Dön dolaş aynı hikaye. Başımda, şöyle arkaya doğru bir yerde yayıla yayıla büyüyen bir ağrı var. Beynimin içine titreşimler yayıyor resmen. Bıktığım düzen etrafımı sardı örümcek ağı gibi. Yoruldum ben çok.
Bitti. Ne dünümden bir hayır gördüm, ne de bugünümden. Bitti!
“Bazen ne yaparsan yap olmuyor bazen…”*
Bitti. Artık uğraşmıyorum.
Sevmekten, sevilmeye çalışmaktan, sevgi arsızlığından yoruldum.
Herkes mutluyken, taklit yapmaktan da sıkıldım.
Herkesin küçümsediği dertlerin benim hayatımı sekteye uğratmasından usandım artık!

Daha güçlü, yeniden daha umutlu olmak isterdim.
Bir damla umut bile kalmamışken şu an geride.
Deneyeceğim; ama hiçbirinize ihtiyacım yok!

“Nokta konmuş bitmiş en güzel hikayem…”

Son sözü Teoman söylesin istemiştim ama... Sanırım en güzel Şebnem Ferah anlatır acımı, umutsuzluğumu:

"Gelinlik giymeden
Işığı görmeden
bebeğimden önce
Vazgeçtim dünyadan..."


*en güzel hikayem-teoman

22 Ağustos 2010 Pazar

Guess who's back - 2

Heyy!
Ben geldim!!!
1 aylık İzmir/Dikili tatilim dün akşam itibariyle İstanbul'un Kartal'ında sonuçlandı.
Geçen ağustos ayında bir yazı karalamışım, döndüğümü 'müjdelemek' için.. :) İşte bu başlığım da oradan geliyor.

"aşk vardı, aşk gitti.
umut vardı, umut zedelendi.
mutluluk vardı, mutluluk dinlenmeye çekildi." diye yazmışım.

Hah, işte aynıları bu sene de oldu. Aşk geldi, geldiği hızla da geri gitti.
Sahi, siz hiç kulaklarınızda birinin sesiyle uyandınız mı? Millet sıcaktan çıplak gezerken, yalnızlıktan üşüdünüz mü? Cevap hayır ise, ne desem boş... Siyahla beyaz gibiydik biz onunla. Öylesine zıt, öylesine uyumlu. Simsiyah kalakaldım şimdi. 'Selam yalnızlık ben geldim!'

Bu arada şu anda bir şarkı dinliyorum, geçen gün radyoda duyup çok sevmiştim. Sonra arkadaşlara sordum ki meğer 2010 Eurovision birincisi olan şarkıymış; ben bir an hatırlayamamışım. Olay şu ki, yarışma için değil öylesine dinlemek için güzel şarkıymış. Hoş bir pop şarkısı işte. Evet. Neyse... Geri dönelim biz.

Bırakıp gitme vaktinin geldiğini düşünen birinin önüne istediğiniz kadar engel koyun, kanata kanata gidiyor. Canım acıyor, yaralarım sarılmıyor. Geçmişe çektiğim süngerden bi tane daha lazım şimdi. Ah... Gözyaşlarım kimsenin umrunda değil. Demek ki 'vasat aşklardan geçenleri sarsabilir aşkımın şiddeti...' Bu da Gülşen'den. Allam depresyondan müzik zevkim değişti!

Neyse, döndüm. Aklımda yazacak-anlatacak bir sürü bir sürü şeyle döndüm.
Bilgisayarım bozuk, kardeşiminkinden ulaşırım blogcuğuma kardeş ortalıkta olmadıkça...

Yeniden yazmak ilaç gibi...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Nükleerle yaşamaya hazır mısın?

http://nukleer.greenpeace.org

Wikipedia'dan kısa bir alıntı:

"26 Nisan 1986'da Ukrayna'daki Çernobil nükleer reaktöründe meydana gelen patlama ve sonucunda yayılan radyoaktif madde Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya'da yaşayan 336.000 insanın tahliyesine, 56 kişinin ölümüne, 4.000 doğrudan ilişkili kanser vakasına ve 600.000 kişinin sağlığının ciddi şekilde etkilenmesine sebep olmuştur. Nükleer kalıntıların ürettiği radyoaktif bulut patlamadan sonra tüm Avrupa (Türkiye'de özellike Karadeniz ve Marmara bölgesi) üzerine yayılmış ve Çernobil'den yaklaşık 1100 km uzaklıktaki İsveç Formsmark Nükleer Reaktöründe çalışan 27 kişinin elbiselerinde radyoaktif parçacıklara rastlanmış ve yapılan araştırmada İsveç'teki reaktörün değil Çernobil'den gelen parçacıklar olduğu tespit edilmiştir."

Biz şimdi Kazım Koyuncu'yu böyle deli gibi özlerken, onun ölümüne yol açan şey neydi peki? Nükleerin sebep olduğu kanser değil mi?

Biz hazır değiliz nükleerle yaşamaya... Nükleer hiçbir çevre sorununu çözmeyecek, üstelik işleri daha kötü hale getirecek. HES denilen ve ülkemin doğal güzelliklerini barajlarla katleden sistemin yanısıra, bu da insanların canına malolacak.

Her şey güzel olacak diyenler! O nükleer atıklar toprağa karışıp, çocuklarınızı zehirlediğinde de her şey çok güzel olacak değil mi? Durmayın artık, bir imza atın...

Hükümet Rusya ile işbirliğinde. Dünyamızın en riskli ve kirli enerji kaynağını, güzelim ülkemizi mahvetmek için kullanmalarına izin mi vereceğiz? Nükleer atıklar gemilerle taşınarak Boğazlar’dan geçirilecek. İstanbul, Çanakkale ve Antalya kaza riskiyle karşı karşıya!

Bu tehlikeyi durdurabiliriz. Haydi bir e-posta yollayın milletvekillerine! Geçemesin yasa tasarısı, işin peşinde olduğumuzu görsünler!