26 Aralık 2010 Pazar

Rüya!




Rüyalarım kısmen de olsa gerçek oldu! Hayatımın en mutlu gününün üzerinden tam bir hafta geçti. Bu yazıyı yazmakta geç kaldım biliyorum ama geç olsun güç olmasın!
19 Aralık 2010 tarihinde Bostancı Gösteri Merkezi’nde gerçekleşen maNga & Mor ve Ötesi konserinden bahsediyorum!

Akşam saat 6’da başlayacak konser için, saatler 3’ü gösterirken kapıda dikilmeye başlamıştım bile! Yoğun bir kalabalık ve heyecanlı hayranlarla doluydu ortalık. Çakma fanlar da eksik değildi elbet. Biz Mordaşlar onlara Cambazcı diyoruz. Mor ve Ötesi hakkında hiçbir şey bilmeden, tanımadan etmeden, popüler şarkılarını ezbere bilerek fan olmakla övünen insanlar… Neyse, sinirimi onlarla bozmayacağım. :))

Benim için fazlaca özel bir gündü 19 Aralık! Çünkü ben hem maNga hem Mor ve Ötesi dinleyen, ikisini de çok seven biriydim ve ortak fan olarak en öndeki yerimi aldım konserde! Gerçi maNga konserinde zıplamaya kendimi kaptırınca yerim değişti biraz da, morlarım sahnedeyken geri döndüm.
Mekândan bahsedelim biraz; açıkçası düzensizlik, kapıda yaşanan gerginlikler ve güvenlik görevlilerinin saçma sapan tavırları ücretsiz halk konserine gelmiş izlenimi yarattı bende. Seyircilerin seviyesizliği ise ayrı âlemdi. Birbirlerini iterek, zarar vererek, kargaşa yaratarak ne elde ettiler bilmiyorum.

4’te açılması gereken kapılar 5’te ancak açılabildi… Saat 6 buçuğa doğru ise... maNga sahnedeydi! İyi ki sahnedeydi! Bir an bile yerimizde durdurmadı bizi 2010’un Eurovision fatihi! Libido, Evdeki Ses, İtildik, Sessizlik Sona Erdi seyirciyi en çok coşturan parçalardı: "Zıplamaya hazırsan durma zıplaaa!" Ferman Akgül her zamanki neşesi ve bilindik tavırlarıyla frontman’liğini ortaya koydu. Yağmur Sarıgül sahnenin bana uzak tarafında olsa da klavye çalarken bende uyandırdığı hayranlık yıllardır baki… Yine hayran bıraktı sevgili elektro gitaristimiz. Cem Bahtiyar yüzünden ise benim bulunduğum taraftaki kızların ses telleri patladı! :)) Sanırım kendisine âşık binlerce kız mevcut! Şu dünyada Kerem Kabadayı’dan sonra en beğendiğim davulculardan olan Özgür Can Öney ise yine kendi kendine eğlendi diyebilirim. Onu izlemesi bile keyif. Ve… En sona sakladığım adam: Efe Yılmaz. maNga’yı ilk dinlemeye başladığım zamanlardan beri tavırlarıyla kendine bağlamıştı beni. Konser esnasında da oradan oraya zıplayan yaramaz çocuk tavırlarıyla gönlümü fethetti. Onu izlerken gülme krizine girdim; sahnede ne bulduysa fırlattı! Benim bulduğum tarafa değil ne yazık ki! Yeni İngilizce parçaları "Fly to Stay Alive"ı da bizimle canlı canlı paylaşan ekip, sahnedeki şovlarıyla bizi hem yordu hem keyiflendirdi. Cevapsız Sorular ve Alışırım Gözlerimi Kapamaya ile de epey duygulandırdılar… Muhteşem şarkılar ve muhteşem müziklerden sonra 5 güzel adam yan yana selam verip, veda ettiler bize.

8 gibi sahneden inerken maNga, benim de 4 yıldır beklediğim vuslat anı adım adım yaklaşıyordu. Evet, ortak fanım. Evet, maNga’yı da çok seviyorum ve albümleri çıkar çıkmaz gidip ediniyorum… Evet, mümkünse yakınlardaki konserlerine gidiyorum… Ama mor ve ötesi hayranlığım bambaşka boyutlarda! Ve ben 10 Aralık 2006’dan beri yeniden kavuşmayı düşlüyordum! Düşlediğim bir şey daha vardı, kulise girebilmek; ağabeylerimle fotoğraf çektirebilmek! Ama olmadı, olamadı… Acım büyük. Ama umudum tükenmedi. Elbet bir gün kavuşacağız!

Gitarlar geldi, ekipmanlar kuruldu, Kerem ağabeyimin davulu da sahnedeki yerini aldı… Ben de o arada maNga tişörtünü çıkarıp, 2008’den beri sakladığım mor ve ötesi tişörtünü geçiriverdim üzerime. Ve sabırsız bekleyiş sahneye fırlayan dört muhteşem adamla sona erdi! Ben onlar daha sahneye yerleşirken ağlamaya başladım. İlk şarkı Yardım Et… Mutluluk gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyor ve şarkıya bağıra çağıra eşlik ederken mırıldanıyorum bir yandan da içimden: şükürler olsun! Yardım Et bittikten sonra Cambaz’a geçiyor morlarım. Burak Güven’in önündeyim. Gitarı ağlatıyor adam resmen. Öyle bir uyum içinde ki gitarıyla, insanın tavırlarını gözünü ayırmadan izleyesi geliyor. Kerem Özyeğen, 7 Aralık’taki radyo programında mailim okunduktan sonra "Teşekkürler Damlacım" dediği andan beri daha özel benim için… Konser esnasında da uçarak, zıplayarak ve elektrogitarıyla harikalar yaratarak müzik zevkime katkıda bulundu epey. Ve Harun Tekin. Onun hakkında söylenecek çok fazla şey var. Aynı anda onlarca şey yapıp hepsinde de muhteşem olabiliyor o! Yine tavırlarıyla ve sahnedeki duruşuyla büyüleyiciydi… Elbette burada da sona sakladığım biri var: Kerem Kabadayı. Kerem Kabadayı’m. Ağabeyim. Sevdiğim, yanımda olmasını istediğim, kendisinden çok şey öğrenebileceğim insan! Davuluyla mucizeler yaratıyor! 20 Aralık da onun doğum günüydü… Çok istedim kutlayabileyim, kulise girebileyim… Ama olmadı, canım ağabeyime sarılamadım bile! O orada, ritimlerle şarkılara can verdi… Bense durmadan duraksamadan onu izledim! Bir yandan da yazabilmek için playlisti not ettim elimde kağıt kalem! Evet, yaptım bunu!

Cambaz'dan sonra Masumiyetin Ziyan Olmaz albümüne uğruyor morlar şöyle bir: Korkma diyorlar… Ve sonra Dünya Yalan Söylüyor'a geri dönüyoruz. Sevda Çiçeği ile Şirket arka arkaya geliyor, sonra neşesi yerinde izleyiciyi ağlatmaya karar veriyor mor ve ötesi… Küçük Sevgilim çalınıyor! Biz daha gözyaşlarımızı kurulamadan, Araf 'a başlıyorlar! Ben hem şükrediyor, hem ağlıyorum. Gözlerim Kerem Kabadayı’da yine. Araf'ın sonunda "bir daha" çığlıkları yükseliyor ama zaman sınırlı, Camgezer’le devam ediyorlar… "neden âşıksın bana?" sonra Kara Kutu başlıyor. Burak Güven bu aralarda gitarıyla zıplaya hoplaya şov yapıyor. :))) Sonra… Aşk İçinde! Dünya Yalan Söylüyor dünyası bambaşka ya! Ama bu dünya bitiveriyor, Sor ile 2012 geliyor arka arkaya! Masumiyetimiz ziyan olmaz inşallah! Sonra soruyor Harun Tekin… “Dünyaya geldiğine pişman olan var mı?” çoğunluğun elleri havada… “madem öyle hepinizin köprüde olması gerekir” diyor Harun… Gülüyor ve sıradaki şarkıyı biz hayattan bıkmışlara armağan ediyor: Re! Sonra yine gözyaşlarımı tetikleyen, içimi acıtan Ayıp Olmaz mı geliyor… Biz hepten duygusallaşmışken “Biz 15 yıl sonra bir şey yaptık” diyor Harun. Gerçek fanlar hemen anlıyor neden bahsettiğini, bir çığlık atıveriyoruz. Tahminlerimizde haklı çıkıyoruz… “o şarkının adı Loveliest Mistake!” ve sonra günün anlam ve önemini belirtebilecek yegane şarkıya boğazımız patlayana kadar eşlik etmeye başlıyoruz: Daha Mutlu Olamam!.. Bir Derdim Var diye de ekledikten sonra… Yorma Kendini diyerek bitiyor bu mucize konser…

Ya da bitmiyor mu aslında? O arada biz bir bekleme sürecine giriyoruz. Sanırım beklenen an yaklaşıyor: sürpriz düet! Yine yanılmıyoruz; maNga geliyor sahneye. Mucize gerçekleşiyor, Rüya’m gerçekleşiyor… 9 sevdiğim adam aynı sahnede birlikte yer alıyor… Ferman duygusal konuşmalar yapıyor bu arada… Mor ve Ötesi ile birlikte olmaktan duydukları mutluluğu anlatıyor, gözlerim doluyor onları birbirlerine sarılırken görünce! İki Eurovision fatihi, iki güzel Eurovision parçasını birlikte seslendiriyor sonra. 2010 güzelliği We Could Be The Same’den sonra, Harun “rövanşı” anons ediyor: 2008’den kalma sevgili Deli… Veda vakti yaklaşıyor, ama hepimizin neşesi yerinde! İyi ki varlar, iyi ki!

Deli bitiyor, son akorlar, son ritmler Bostancı’da yankılanıyor ve iniyorlar sahneden… İrem, ben ve Tansu bırakamıyoruz, terk edemiyoruz salonu. Görmeliyiz, kavuşmalıyız! Ama olmuyor… Mordaşlarımın ve benim hayalim yarım kalıyor; kavuşamadan ayrılıyoruz Bostancı’dan… “Bir dahakine…” diyerek…

Bir dahakine gerçekten daha mutlu olamamak dileğiyle...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Yeni bir Sanal Eylem bu arkadaşlar...
http://bit.ly/aglVl7
bir tıklama ile bu eyleme katkıda bulunmak mümkün...
Doğanın dengesi her sene biraz daha bozulurken, dur demek elimizde!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Unutuyorum...

Birinin elini tutmakla bitmiyormuş iş, yüreğini de tutabilmekteymiş marifet…
Dudaklarına kondurduğun öpücükler değilmiş gerçek olan, yüreğine kondurabildiklerinmiş…
Birinin peşinden koşmak değilmiş esas olan, durduğun yerde durup onun sana adım adım gelmesini izlemek ve her adımında şükretmekmiş gelişine!
‘Seni özlüyorum’ demek değilmiş anlam taşıyan, özlediğinde yüreğinin oluk oluk kanadığını hissetmekmiş…
‘Senden nefret ediyorum’ demek de değilmiş etkili olan, nefretinden tir tir titreyerek lanet okumakmış harcadığın günlere!

Bitti diyorum artık. Kendimden de, sevgiden de umudu kestim.
Hayatta aşk’sız da yaşanabilir mi, bunu deneyeceğiz artık.
“Kaybettikçe bir çentik attı alnımın üstüne Tanrı!” Çentiklerimden geçit yok artık aşka… Kaybettim her şeyi. En çok güvendiğim şeyi, umudumu…

Şimdi yeniden sarılmak gerekiyor hayata.
“Beni sevmediğin zamanlarda alıştım susmaya…”
Yeni uğraşlar bulmalı, yeni yazılar yazmalı, yeni yollar açmalı ve yeni umutlar büyütmeli…
Hayatta yıkılmamalı artık, acıları en derinlere gömmeli.
Artık ağlamamalı belki de. Gözyaşı öyle herkesin arkasından dökülecek kadar değersiz mi?
Canım yanıyor, canım çok acıyor…
“Son defa görsem seni, kaybolsam yüzünde…” Biz neden hep yeniliyoruz hayata?.. Ne kadar güçsüzmüşüm meğer. Ne çabuk yıkılıyormuşum… “Peki sen en yanlış ‘adam’... Nasıl en çok sen acıttın?”… Ama BİTTİ!

Karamsarlığı aldığım gibi denize fırlatacağım yarın sabah. Gülümseyerek uyanıp gülümseyerek yürüyeceğim aydınlığa. “Geçmem bir daha Kadıköy’den” lafını silip atıp yine yürüyeceğim Kadıköy yollarında… Yeniden dirileceğim.

“Hoşça kal.. Olacaklar sensiz olsun! Daha durmam boşluklarında ben, UNUTUYORUM!”

5 Eylül 2010 Pazar

nokta

Bitti. Nokta.
Uğraştığım, iyi niyet duvarlarıyla ördüğüm her şeyi yıktım.
Dön dolaş aynı hikaye. Başımda, şöyle arkaya doğru bir yerde yayıla yayıla büyüyen bir ağrı var. Beynimin içine titreşimler yayıyor resmen. Bıktığım düzen etrafımı sardı örümcek ağı gibi. Yoruldum ben çok.
Bitti. Ne dünümden bir hayır gördüm, ne de bugünümden. Bitti!
“Bazen ne yaparsan yap olmuyor bazen…”*
Bitti. Artık uğraşmıyorum.
Sevmekten, sevilmeye çalışmaktan, sevgi arsızlığından yoruldum.
Herkes mutluyken, taklit yapmaktan da sıkıldım.
Herkesin küçümsediği dertlerin benim hayatımı sekteye uğratmasından usandım artık!

Daha güçlü, yeniden daha umutlu olmak isterdim.
Bir damla umut bile kalmamışken şu an geride.
Deneyeceğim; ama hiçbirinize ihtiyacım yok!

“Nokta konmuş bitmiş en güzel hikayem…”

Son sözü Teoman söylesin istemiştim ama... Sanırım en güzel Şebnem Ferah anlatır acımı, umutsuzluğumu:

"Gelinlik giymeden
Işığı görmeden
bebeğimden önce
Vazgeçtim dünyadan..."


*en güzel hikayem-teoman

22 Ağustos 2010 Pazar

Guess who's back - 2

Heyy!
Ben geldim!!!
1 aylık İzmir/Dikili tatilim dün akşam itibariyle İstanbul'un Kartal'ında sonuçlandı.
Geçen ağustos ayında bir yazı karalamışım, döndüğümü 'müjdelemek' için.. :) İşte bu başlığım da oradan geliyor.

"aşk vardı, aşk gitti.
umut vardı, umut zedelendi.
mutluluk vardı, mutluluk dinlenmeye çekildi." diye yazmışım.

Hah, işte aynıları bu sene de oldu. Aşk geldi, geldiği hızla da geri gitti.
Sahi, siz hiç kulaklarınızda birinin sesiyle uyandınız mı? Millet sıcaktan çıplak gezerken, yalnızlıktan üşüdünüz mü? Cevap hayır ise, ne desem boş... Siyahla beyaz gibiydik biz onunla. Öylesine zıt, öylesine uyumlu. Simsiyah kalakaldım şimdi. 'Selam yalnızlık ben geldim!'

Bu arada şu anda bir şarkı dinliyorum, geçen gün radyoda duyup çok sevmiştim. Sonra arkadaşlara sordum ki meğer 2010 Eurovision birincisi olan şarkıymış; ben bir an hatırlayamamışım. Olay şu ki, yarışma için değil öylesine dinlemek için güzel şarkıymış. Hoş bir pop şarkısı işte. Evet. Neyse... Geri dönelim biz.

Bırakıp gitme vaktinin geldiğini düşünen birinin önüne istediğiniz kadar engel koyun, kanata kanata gidiyor. Canım acıyor, yaralarım sarılmıyor. Geçmişe çektiğim süngerden bi tane daha lazım şimdi. Ah... Gözyaşlarım kimsenin umrunda değil. Demek ki 'vasat aşklardan geçenleri sarsabilir aşkımın şiddeti...' Bu da Gülşen'den. Allam depresyondan müzik zevkim değişti!

Neyse, döndüm. Aklımda yazacak-anlatacak bir sürü bir sürü şeyle döndüm.
Bilgisayarım bozuk, kardeşiminkinden ulaşırım blogcuğuma kardeş ortalıkta olmadıkça...

Yeniden yazmak ilaç gibi...

23 Haziran 2010 Çarşamba

Nükleerle yaşamaya hazır mısın?

http://nukleer.greenpeace.org

Wikipedia'dan kısa bir alıntı:

"26 Nisan 1986'da Ukrayna'daki Çernobil nükleer reaktöründe meydana gelen patlama ve sonucunda yayılan radyoaktif madde Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya'da yaşayan 336.000 insanın tahliyesine, 56 kişinin ölümüne, 4.000 doğrudan ilişkili kanser vakasına ve 600.000 kişinin sağlığının ciddi şekilde etkilenmesine sebep olmuştur. Nükleer kalıntıların ürettiği radyoaktif bulut patlamadan sonra tüm Avrupa (Türkiye'de özellike Karadeniz ve Marmara bölgesi) üzerine yayılmış ve Çernobil'den yaklaşık 1100 km uzaklıktaki İsveç Formsmark Nükleer Reaktöründe çalışan 27 kişinin elbiselerinde radyoaktif parçacıklara rastlanmış ve yapılan araştırmada İsveç'teki reaktörün değil Çernobil'den gelen parçacıklar olduğu tespit edilmiştir."

Biz şimdi Kazım Koyuncu'yu böyle deli gibi özlerken, onun ölümüne yol açan şey neydi peki? Nükleerin sebep olduğu kanser değil mi?

Biz hazır değiliz nükleerle yaşamaya... Nükleer hiçbir çevre sorununu çözmeyecek, üstelik işleri daha kötü hale getirecek. HES denilen ve ülkemin doğal güzelliklerini barajlarla katleden sistemin yanısıra, bu da insanların canına malolacak.

Her şey güzel olacak diyenler! O nükleer atıklar toprağa karışıp, çocuklarınızı zehirlediğinde de her şey çok güzel olacak değil mi? Durmayın artık, bir imza atın...

Hükümet Rusya ile işbirliğinde. Dünyamızın en riskli ve kirli enerji kaynağını, güzelim ülkemizi mahvetmek için kullanmalarına izin mi vereceğiz? Nükleer atıklar gemilerle taşınarak Boğazlar’dan geçirilecek. İstanbul, Çanakkale ve Antalya kaza riskiyle karşı karşıya!

Bu tehlikeyi durdurabiliriz. Haydi bir e-posta yollayın milletvekillerine! Geçemesin yasa tasarısı, işin peşinde olduğumuzu görsünler!

17 Haziran 2010 Perşembe

Masumiyetin Ziyan Olmaz



Sonunda, benim için gayet mübarek bir gün olarak anacağım 16 Haziran günü Mor ve Ötesi grubunun şahane “Masumiyetin Ziyan Olmaz” albümüne kavuştum. Bir ay gecikmeli de olsa… Kapağıyla raftaki diğer albümlerin yanında o kadar farklı, o kadar ilginç ve o kadar “bize özel” duruyordu ki! – ama kapakta küçük bir çizik varmış; anca ambalaj çıkınca farkettim, neyse. Her şeyiyle bir mor ve ötesi albümü, beklediğimiz… istediğimiz… onlara ve bize yakışan şekilde!

Aldım albümü, sarıldım, yılların özlemiyle sardım… Dört yıldır beklediğim sevgiliye kavuşmuş gibi sarıldım… Akşam olduğunda bir ayin gibi, yavaşça, özenerek açtım albümü. “Teşekkürler” bölümünü okudum önce, atlamadan… Düşüne düşüne… “Müziğimizi kalplerinde taşıyan tüm dinleyicilerimize…” demişler ya, üzerime de alındım yani. Yıllardır, her anımda bir şekilde şarkılarının izi kaldı. Kalbim mor oldu, kalbim onlarla birlikte attı çoğu zaman. Renkler bazen çok şey anlatıyor insana. Ağabeylerim, renkleriyle benim hayatımı ve biz mordaşların hayatlarını güzelleştirdiler yıllar yılı. Şimdi Masumiyetin Ziyan Olmaz diyerek bir renk daha eklediler hayatımıza. Kerem Kabadayı yoldaşlarına teşekkür etmiş, “Hrant için adalet için” diyerek… Şu dünyada oturup sohbet etmeyi düşlediğim, istediğim insanların en başında geliyor Kerem Kabadayı. Onun “yoldaşlarından biri” olduğumu hissediyorum yürekten. Bu teşekkürü de üzerime alınasım geliyor bu yüzden. :) Umudumu gizlediğim mor rengin sihriyle kırmızı CD’ye uzatıyorum elimi. Nazikçe çıkarıyor, usulca takıyorum CD çalara… Başlıyorum şimdi, hem dinlemeye hem bu yazıyı yazmaya…

Korkma ile selamlıyorlar önce. “Korkma” diye sesleniyor ağabeylerim. Elim şarkı sözlerine uzanıyor, gözüm bir yandan da orada. “Bir fani insansın… Kalbin ruhun aklın vicdanın bir yanda… gölgen uyur…” Bilindik mor ve ötesi müziği. Aynı güçle sarıyor notalar. Aynı güçle şarkının içine çekiyorlar. Ses bazen boğuk geliyor, huylanıyorum CD mi bozuk diye; ama yok aklıma albüm tanıtımı için dinlediğim kısa kesitler geliyor, rahatlıyorum. :) Bu mahir dünyada, korkma diyor sözler. Korkma…

Sonra Meksika’ya geçiyoruz. “Aynı sınıftan olsak ya…” Her yerde ötekileştirilenler, kendi kardeşini katledenler, savaşanlar ve kana susayanlar varken, “aynı bedende olsak ya…” diyor mor ve ötesi. Dile takılacak, nakaratıyla çığlık çığlığa söylenecek bir şarkı daha. Dünya kendi hızında dönüp biz geride kalırken, soruyor mor ve ötesi: “Bir teselliye kanar mı bu yürek?”

Biz cevabı düşüneduralım, yeni sorular geliyor Sor ile. “Umudun yanında mı?” Umudum bu sözlerde diyorum içimden, ah duysalar keşke… “Yine mi hüzün var, niye?” Evet, hep hüzün var, masumiyetimizin içinde hep bir hüzün saklı. Bana ‘Dünya Yalan Söylüyor’ albümünü hatırlatan bir şarkı oldu bu. Dinlerken anılar hücum ediyor. Yorma Kendini’ye geçmeden önce, bir kez daha başa alıyorum. Sindirebilmek, düşünebilmek için. İzin veriyorum: anılar gelsin, acılar gelsin, şarkı içime işlesin… Hava daha mı ısınıyor sanki dinlerken? Ah, “Kendini bilene sor…” İkinci dinleyişte daha bir seviyorum.

Ve sırada, klibiyle ortalığı epey karıştıran Yorma Kendini var. Çok tepki topladı, biz mordaşlar bile ısınamadık klibe. Hatta şarkıya bile uzak durduk bir ara. Ama dinledikçe, hissettikçe, mor renge büründükçe bu şarkı da bizim sevgili arkadaşlarımızdan biri oldu. Bu müziği, sözleri başka bir yerde görsem bile rahatça mor ve ötesi imzası taşıyor diyebilirdim; o denli özgün bir eser olmuş. Eğlenceli bir şarkı, eğlencesiyle içine de alıyor sizi hemen. Rahatlatıyor, her şey geçer öyle ya; altı üstü bir eğlence, değil mi? “Yorma kendini, yorma aynı yanlışlarla…” Yollar da aynı, yanlışlar da… Düzelmek lazım galiba. Bu aydınlık ve eğlenceli şarkı, dinledikçe kendini daha çok sevdiriyor.

Toplumsal sorunlara kayıtsız kalamayışları ile daha çok sevdiğimiz grubun, bizim içimizi sızlatan bir olayı hatırlattığı Festus başlıyor şimdi de. Biliyoruz, ülkemizin “farklı olanlarla” bir derdi var. Öteki, öldürülebilir, dövülebilir, gözaltında hayatını kaybedebilir. “Bizden değilse” ölse de umrumuzda olmaz. Tıpkı 2007 yılında Festus Okey’in gözaltında bir polis kurşunuyla ölmesi gibi… “Beyoğlu artık güvenli.” Ve insan öldürmek bu kadar kolay işte…
“Kim miyim, emniyette bir zenci. Yaşar mıyım? Şansım yüzde elli…” Çok fazla söylenecek bir şey yok aslında; bu memlekette her gün gözaltında ya da sokakta polis şiddetiyle, devlet eliyle ölen insanlar var… İyi ki morlar bizim gibi sessiz kalmıyorlar… “Dünya yalan söylüyor” diye bağırmaları gibi…

Ah, bu kadar sosyal meseleden sonra; son dönemlerde “hayatımın şarkısı” diyebildiğim Araf çıkıyor karşıma. Daha albümü almadan, internetteki videolar sayesinde onlarca kez dinlediğim… benim için “en özeller” listesine girivermiş güzeller güzeli bir eser bu. “Adalet yok ya, canımı yakar bu sessizlik…” Can yakıyor bu şarkı. Yüreği yıllardır Araf’ta olan, ortada kalmış, hiçbir yere ait olamadığını hisseden birinin canını çok fena yakıyor. “Aşkın içine bak…” Aşık bir yüreği de mi sızlatıyor ne… Ne zamandır araftayım, ben bile bilmiyorum. Tek bildiğim, bu şarkının yüreğimdekileri anlatabildiği… “Kimler varmış içimde, yoklama yaptım… Deliler çıktı, cellatlar bir de şeytanlar…” Müzik ve Harun Tekin’in yorumu öylesine özelleştirmiş ki… Yüreğinize sağlık çığlıkları yükseliyor içimden yine.

Ve… Bir Burak Güven şarkısı: Camgezer. “Aşk sahnesinde rol bekler gibi…” Aşk şarkısı bu yahu, öyle hissettirdi daha ilk dinleyişte! Sanırım Burak Güven yine konuşturmuş içindeki aşkı. Biz de sürekli sormuyor muyuz, “neden aşıksın bana, neden aşığım sana…” Gerçi belki cevapsız kaldığında daha kıymetli bu sorular. Cevaplar aşkın büyüsünü bozabiliyor… Müzik de pek güzel, karamsarlıktan uzak yine hızlı bir müzik. Camlarda dolanan kalplere hediye gibi, morlarımızdan.

Sonlara doğru yaklaşırken, mor ve ötesi’nin güncel yaralara değindiği yeni bir şarkı daha var şimdi: Nakba. İsrail’in Filistin’e yaptıklarından sonra, Filistinliler İsrail’in kuruluş gününe böyle hitap ediyor: Felaket günü. Nakba, Filistinlilerin yıllardır süren acısının adı aslında… Yürekleri barış ile dolu morlar, halkların kardeşliğini yerlebir eden böyle bir işgale susmayacaktı tabii ki. Gözlerini dolduruyor insanın, ölen Filistinli çocuklar geliyor aklınıza: “Bak sana bayram, bana bomba…” İsrailliler kuruluş günlerini kutluyor bayram gibi, Filistinlilerin başına bomba yağarken… “Kutlayamazsan ağla yanımda, ruhumu da al yüzleş aklınla…” Bu katliamları sorguluyor muyuz, yanı başımızda olan işgali… Son zamanlarda herkes diken üstünde, İsrail geri adım atmıyor… Ama biz susmuyoruz! Kardeşliğin bozulmasına böyle göz yumamayız ki…

İlginç hikayesini Disko Kralı programında sevgili ve birtanecik Kerem Kabadayı’mızın ağzından dinlediğimiz Kara Kutu başlıyor bu sırada. Uçaklarında sorun olan mor ve ötesi ekibinin yaşadığı günden ilham alan Harun Tekin’e aitmiş sözler. “Kaza raporu okur gibiyim kendime bakarken… Kanatlarım donmuş, hızım düşmüş yerlere…” Kurtar beni, diye mırıldanan bu şarkıyı da yadırgamıyoruz. Bize özgü yine, biliyoruz. Daha ilk dinleyişte sevilebilen şarkılardan. Geldiği gibi hızlıca bitiyor şarkı, başka bir güzelliğe bırakıyor yerini.

İşte 2012! En özeli belki de albümün, albüme adını veren sözler bu şarkıdan çünkü. “Bu niyetin ziyan olmaz inşallah” diye girip… “masumiyetin ziyan olmaz” diyerek çıkıyoruz. Az sözlü, güzel müzikli, küçük ama etkili bir şarkı olmuş.

İnsanda bisiklete binip, tüm dertlerinden uzaklaşma isteği veren güzel bir şarkı Bisiklet. Sözler yer yer karamsarlaşsa da, umut verici bir şarkı bence. Sözleriyle, müziğiyle tuhaf hisler veriyor, rahatlatıyor. “Bas pedalı bak gökyüzüne, seni bekleyen başka bir adam var…” Bundan sonra bisiklete bineceğim her anda bu şarkıyı mırıldanacağımdan eminim. Güzelsin, çok güzel… Ve ayrıca veda’sın. Bu güzel şarkıyla bitiyor “Masumiyetin Ziyan Olmaz” ve tadı damağımda kalıyor. Sanki 12. şarkı da başlayacak gibi hissettim ama başlamayacakmış meğersem.

Ben albümü başa alıp, “Korkma” ile ikinci tura başlarken… Bu yazıyı da bitireyim artık.
Güzeller güzel albüm, güzeller güzeli adamlar… ve biz mordaşlar! Bu albümü çok bekledik, çok istedik… Sonunda geldi! Ayrıca biraz buruşuk da çıksa albümün içinden, postere bayıldım! Şarkı sözlerinin arkasında poster olması fikri pek güzelmiş. Son sözüm ise şu olacak… SİZİ ÇOK SEVİYORUM MORLARIM!

11 Haziran 2010 Cuma

Yalnızlığın 'Beş' Hali

"Yalnızlıktan unutuldu benim adım..." diyor ya Gripin. Hiçbir söze bu denli hak vermemiştim galiba uzun süredir. Ne güzel şarkı böyle "Beş"...
Sanki ben, derdimi artık yazamıyorum-anlatamıyorum diye yapmışlar bu şarkıyı... ne zamandır yazı bile yazamıyorum... anlatamıyorum. kendimi kendime ifade edemiyorum...
Benim tercümanım olsun diye var sanki bu şarkı!

"Yalnızlıktan unutuldu benim adım,
siz üzülmeyin ben alışığım,
kedim bile uğramazken evime,
çift kişilik yatak benim neyime?"


Hakikaten, varlığım bile unutulmuyor mu zaman zaman. Dostlarım var diyorum, kendimi avutuyorum. Yalnız değilim ki! diyorum aynanın karşısında. Ama biliyorum ki hiç kimse bu denli yalnız olamaz aslında...

"Dört işlemden ibaret parmak hesabıyla bütün hayatım
eksildikçe saatler ömrümden artıyor gelecek telaşım
anlattıkça bölmüşüm umutlarımı duvarlara çarpa çarpa..."


Hayatımı anlatmaya dermanım yok. Anlatabileceğim bir hayatım da yok esasında.
Saatler hızla ilerliyor, bir yere doğru koşuyorlar. Nereye gidiyor zamanım?
Ben oturduğum yerde otururken, nereye kaçtı günlerim, ışığım, geleceğim?

"Uyandım!
Saat üç, dört, beş bana hiç farketmez
ne zaman çalınsa kalbim derler ki bir arkadaşa bakıp da çıkacaktık!"


Ah! Gelenler, gelirler ve giderler. Kalan oluruz hep biz, arkada gözü yaşlı kalan.
Gelirler... Giderler... Giderler ve yıkarlar. Yıkılırız.

"kalan umutlarımdan birini seçip
hepsini HEPSİNİ hep kaybettim
şimdi kendimden geri ne kaldı ne kaldı
kimseler duymadı sadece duvarlar ağladı"


Umutlar bile tükenir mi? Bir damla umut bile yok edemez mi bu yalnızlık hissini? Kanayan yaraları umutlar örtmez mi?
Ne kaldı benden geriye? Eridim, tükendim. Bir yalnızlığım kaldı küllerimin içinde! Ne zaman doğar insan küllerinden yeniden?

"düşün düşün hep bir sonraki adımı
bu yüzden unuttum ben yaşamayı
peşin peşin söyledim lafımı
acımadan kanattılar yaralarımı"


Ne yapacağımı bilmeden geçiyor günlerim. Hamlelerim kendi kendilerini bertaraf ediyor.
Her adımım boşa, her çabam gereksiz.
Anı yaşayamadım, dünümü kaybettim. Bugünümü yok saydım. Gelecek? Ah, o hepten belirsiz.
Yaralarım kabuk bağlayamadı hiç, kanadım - hep kanadım... Ah... ve kırık kanadım! uçamıyorum artık!

Yalnızlık fena, yalnızlık acı..
yalnızlık, yalnız mıyız?
ne kadar yalnızız yalnızsak?
ve niye!!!
kendimi hiç bu kadar boşlukta hissetmemiştim. mutluyum, yüzüm gülüyor, arkadaşlarım var. etrafımda pek çok sıfatta pek çok insan var. ve hiç olmadığı kadar yalnızım.
yoruldum... "KALABALIKLAR İÇİNDE YALNIZ" olmaktan yoruldum... çok yoruldum!

yalnızlığın 'beş' hali, en acıtan hali oldu.



NOT: "Beş", Gripin grubunun M.S. 05 03 2010 albümüne ait.

bu albümde bir de şöyle bir söz var ki beni deli ediyor... "Her birimizin içinde biraz aşk var en az yalnızlık olduğu kadar.." ah ah!

30 Mayıs 2010 Pazar

Aynı Olabilir Miydik?



Bu bir Eurovision yazısı!

2010 Eurovision Şarkı Yarışması'nın sadece bir şarkı yarışması olmadığına yeniden kanaat getirdiğim için yazmaya karar verdiğim bir yazı. Üzgünüm, maNga hak ettiği yerde olmadığı için... Gururluyum, çünkü daha iyi performans sergileyebilen ekip olmadı bu sene. İnandık biz, herkes bize hakaret ederken dik durduk. Savaştık, herkes bizim moralimizi bozmaya çalışırken biz bekledik. Biz yarı final elemelerinden birincilikle çıktık! Biz oylamaların hepsinden birincilikle çıktık! Ama yine de politika kazandı...Lisedeki sene sonu gösterisinden fırlamış bir kızın birinci olmasının başka hiçbir anlamı yok çünkü!

İkincilik çok da dert değil aslında... Avrupa'ya açılma yolunda Eurovision'dan daha önemli olan MTV birinciliğinden sonra Eurovision'a da Avrupa'daki festivallere katılma şanslarını arttırmak için katıldı maNga. Onları birinciliğe layık gören ve bu yolda gaza getiren de biz fanlarız. 2009 yılında Avrupa'nın En İyi Sanatçısı Ödülü'nü alıp, bu prestijli ödülü "yalnız ve güzel ülkelerine" armağan ettiler tıpkı Nuri Bilge Ceylan gibi...

Sanatçıdan anladığı vücut kısımlarını açık seçik görmekten ibaret olan insanlar çok da beğenmedi onları. Destek olacaklarına köstek oldular. Aman! Çok da lazımdı zaten onların sevgisi! Biz inandık biz başardık! Ama gördük ki şarkıda söylendiği gibi, aynı olamadık. Kendi içimizdeki düşmanlıklar, eleştiriler, kötümser düşünceler bizi sardı ve biz "bir" olamadık, birlikte duramadık. Avrupa'da alışkanlığını bozmadı, bizi sevmediğini cümle aleme ilan etti.

Mesela, robot meselesi de var. Neymiş, onun orada ne işi varmış! İnsaf! Anlamlandıramayan insanların şarkının özünü kavramadığını görüyoruz buradan. Şarkıda ne diyor adamlar, kim ne derse desin biz aynı olabilirdik... Gittikçe robotlaşan dünyada, herkes birbirini itelerken ve ötekileştirirken karşısındakinin gözlerinde gördüğü şey uğruna adını bilmeden sevdiğini söylüyor yıllarca. Bari bir geceliğine bütün farklılıkları boşverip aynı olalım diyor. Sizce bunu uzay çağında bir robottan daha iyi ne ile anlatabilirlerdi?

Türkiye'nin derdinin göğüs, bacak ve kalça göstermek olduğunu düşünenler umutsuz baktı maNga'ya en başından beri... Lakin maNga'nın ve maNga fanlarının derdi şarkının sözlerinde gizli! İnsanları ötekileştiren, farklılaştıran ve dışlayan bir dünyada "aynı olabiliriz" diyen bir şarkının özünü anlayamayacak kadar sığ insanlar varsa, o da bizim sorunumuz değil! değildi! Sözün özü, tüm kalbimle manga'nın yanında yer aldım dün akşam. Sonuç bunu değiştiremez. 2010 Eurovision yarışmasının görüp görebileceği en iyi şov ve en iyi performans ile sunuldu şarkı, yine de yaranamadı kimseye.

Beni uzun süredir mutluluktan ağlatmayı kimse becerememişti, onlara kısmetmiş. Bu zafer için, mutluluk için, muhteşem şov için ve bu değerli şarkı için teşekkür ederim...

Biz aynı olabiliriz...

2 Mayıs 2010 Pazar

Making a difference!

I was planning to make a difference in my blog!! :) And discovered a possible new thing: Writing in English!

I should have written this post weeks ago... But you must know that I am a CHRONIC procrastinator...

I have some good friends around the world; and they see my blog, wonder it.. however, they cannot read due to our different languages.
I may use Google Translation in order to translate my blog site... Yet, I HATE using that automatic translations. so I decided to write some posts in English...
This is the first one :)) and I promise it won't be the last! At least, I hope so.. :)

My dear sister, Annie, is the main reason for this post! She visits my blog, but unfortunately she cannot read...
This is my gift for Annie!! <3

What can I tell.. umm..

Annie! Do you know that I mentioned about our Twilight game and about you in my blog? many times!

Giving some information about The Twilight Saga: New Moon and telling our story in there had been my great joy for a while...
I told that we made a good couple with you and you are my beloved!
I also wrote about Mark.. (RIP my love...) and my other mate Gamecock.. How they felt for me, and how I Loved them.. I wrote our war and clans in the game, our family as a clan.. And also said that I was happy with my friends in the USA despite the miles... We always sent our kiss and hugs across the miles!
I always remember the feeling of being same. I celebrated your Thanksgiving day and you celebrated my religious day. that was wonderful and we were a great team!

I feel that Annie is my sister, my big sister :)) and I am her little sister.. :)
This feeling will never pass.

Now, I finished everything in my mind...
I may tell what it is like to be in Turkey or how it feels to be a university student who has many dreams, many impossible dreams...
This is the first letter for my foreign friends..
And the next ones will be shaped by them...

Annie, I love you sis! You will always be 'Annie' for me just like in the game.. :p

18 Nisan 2010 Pazar

Karmaşık...

Uzun süredir bir şeyler yazamıyorum.
Yazmak istemediğimden değil, ertelemek bir hastalığa dönüştüğünden.
Kafamda tasarladığım pek çok yazı, üşengeçliğime sinirlenen ilham perimi de alıp ortadan kayboluyor.

Ben Nisan ayına aşıktım, aşığım. Bu ay neden böyle hüzünlü bu sene? Neden her Nisan ayında içime dolan mutluluk terk etti ki beni bu sene....

Vizelerim var, yoruluyorum. Çalıştığımdan değil, stresinden. Ne çalışmak geliyor içimden ne o okula gitmek. Sınıfını ve okulunu sevmeyince derslerden de soğuyorsun ister istemez. Benim için her zaman bulunduğum ortam, arkadaşlıklar ve samimiyet önemlidir. Ama nedense nerde riyakarlık, nerde sinsilik varsa beni buluyor; sırtımı dayadığım her arkadaşlık yıkılıveriyor. Yine öyle vakalar mevcut ve hoşlanmıyorum bundan.

Kapana kısılmış gibiyiz, dersler-sunumlar-iç sıkıntım-bunaltım-yalnızlığım... ve ben!
Kafa karışıklığım nefes alış verişlerimi bile engelleme eğiliminde.
Kimim ben, niye bu hayattayım ve neler oluyor etrafımda...
Anlamsızlaşan her soruda ben daha da uzaklaşıyorum dünyevi detaylardan.

3 gündür, Kağıt Evler isimli mucizeyle tutunuyorum hayata. Emre Aydın'ın yeni albümü... Sanırım ilk fırsatta bir albüm yazısı yazmak düştü bize.

Bu arada pek çok film izledim, bazılarının yazısını da yazmak gerekir. Mesela Kolera Günlerinde Aşk! Marquez'in efsane kitabının -bence- harika filmi...

Sonra bir ölüm haberi var; eski yazılarda bahsettiğim şu sanal oyundaki en yakın arkadaşlarımdan birini, sevgili Mark'ı kaybettik birkaç gün önce.. "Küçük savaşçım" diye severdi beni, vedalaşamadık bile... Okyanuslar ötesindeki bir insanın, hem de hiç görmediğim bir insanın kaybının beni bu denli yaralayacağını hiç düşünmemiştim. Ama üzgünüm ve özledim... Oyunu bıraktığımdan beri hiç konuşmamıştık ve bunun pişmanlığı var üzerimde. Huzur içinde uyu Mark..

Başka... Anlatacak çok şey varmış da, zihnim küsmüş gibi. Susmak gerek burada. Susarak özlüyorum ya hep, öyle işte... Sonra... Sonra... Üç noktalar, noktalar... Bitişler, noktalar...

Kağıt evler içindeyim!..

20 Mart 2010 Cumartesi

İstanbul Kanatlarımın Altında


Bir sır var, çözdüklerimizden başka!
Bir ışık var, bu ışıklardan başka.
Hiçbir yaptığınla yetinme, geç öteye.
Bir şey daha var bütün yaptıklarından başka...


Bu dizelerle açılıyor film, Savaş Ay'ın o tok sesinden bir başka geliyor Ömer Hayyam'ın bu muhteşem rubaisi... Aslında filmi seveceğim daha DVD seçenekleri çıktığında çalmaya başlayan Tuluyhan Uğurlu ezgilerinden belli. maNga'nın Şehr-i Hüzün albümünde yer alan Gün Doğumu ve Hayat Bu İşte isimli güzelliklere de piyanosuyla can veren bu müzisyen bu güzel filmin müziklerini de yapmış. Zaten film boyunca duyulan ezgi, Hayat Bu İşte'nin de introsunda yer alıyor...

Bir Mustafa Altıoklar filmi olan İstanbul Kanatlarımın Altında, güçlü hem de epey güçlü bir oyuncu kadrosuna sahip... 17. yüzyıl İstanbul'unda geçen filmde Hezarfen Ahmet Çelebi'yi Ege Aydan, Lagari Hasan Çelebi'yi Okan Bayülgen, Bekri Mustafa'yı Savaş Ay, Evliya Çelebi'yi Haluk Bilginer, IV. Murat'ı Burak Sergen, Kösem Sultan'ı Zuhal Olcay ve Hezarfen'in kölesi, aşkı ve yardımcısı olacak Francesca'yı ise Beatriz Rico canlandırıyor. Hep birlikte bizi Hezarfen'in uçma tutkusuyla şekillenen bir maceraya davet ediyorlar... Ayrıca filmin bir yerinde ud çalan bir Nejat Yavaşoğulları gördüm, göz yanılması olamaz herhalde... :)

Film 1996'da Kültür Bakanlığı katkılarıyla yapılmış ve yapımında İspanyol ortaklar var; zira filmle ilgili bazı teknik işlemler Madrid'te gerçekleştirilmiş.

İlk sahne, Türk hamamı... Dostlar sohbette... Konu ise... İkarus! Hikayeyi bilirsiniz. İkarus ve babası Dedalus hapsedilirler... Sadece tek bir pencere vardır o da uçuruma bakar... Dedalus kaz tüylerini ve balmumunu kullanarak oğluna kanatlar yapar, gökyüzüne salar. Uyarır da... Alçaktan uçmamalı, yoksa denizin nemi zarar verir balmumuna; yüksekten uçmamalı, yoksa güneş eritir kanatlarını... Ama uçmanın güzelliğine kapılan İkarus unutur babasının uyarılarını ve yükseldikçe yükselir... Yükseldikçe yükselir... Güneş yakar güzelim İkarus'u... O güneşe uçar, güneş kanatlarını yok eder... Özgürlük tutkusu, kör eder gözlerini... 'Kahraman İkarus' sulara gömülür... Sen misin uçan! İkarus bile uçamamış derler Hezarfen'e... O da "Ama ben uçacağım!" der ve hikayemiz başlar... Hezarfen ile Hasan gece uzanıp gökyüzünü izlerken, Hasan sorar: "Ay Dünya'dan ne kadar uzak..." diye, Hezarfen der ki... "Uçunca görürsün!" Uçmak, insanoğlunun ezelden beri en büyük düşlerinden biriymiş, görüyoruz bunu...

Filmde dikkat çeken bir başka unsur da, bence Osmanlı'nın hızlı düşüşüne sebep olan iktidar hırsı... Kösem Sultan'ın iktidar düşkünlüğü filmin başında epey göze çarpıyor. Zaten tarihten de bunu biliyoruz. Ayrıca yine çok sinirlerimi bozan bir diğer hırs da... Şeyhülislam'a ait. Osmanlı'yı karanlıklar içinde bırakan ve yıkıma götüren en önemli sebeplerden biri de yeniliklerin tam karşısında durup onların var olmasını engelleyen bu din adamlarıdır bence.

Leonardo Da Vinci'nin elinden çıkma kanat çizimleri, bir gemiyle şehr-i İstanbul'a ulaştığında... Macera da hız kazanır. Üstadın yıllar süren araştırmalarının sonuçları, Francesca'nın da yardımlarıyla Hezarfen'in yolunu aydınlatacaktır. Da Vinci'nin çizimleri Evliya Çelebi'nin eline geçtiğinde onu aceleyle Hezarfen'e ulaştırmak ister, Bekri'nin kayığı ile... "Nedir bu acelen Evliya, yaşadığın anın tadını çıkar..." der Bekri. Ve sonra yine o muhteşem Hayyam rubailerinden birini söyleyiverir... Benim de çok sevdiğim ve maNga'nın Hepsi Bir Nefes'in nakaratında kullandığı şu dizeleri mırıldanır:

Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Hepsi hepsi bir nefestir alacağın, o da boştur boş!


Ve hemen ardından... Daha da çok sevdiğim şu dizeler gelir:

Şu olan biten var ya, boş ver ona.
Taş yağsın isterse, çok sürmez.
Dakka şaşma dakka, yaşamaya bak.
Ne gelecekten kork, ne de düşün geçmişi!..


Ah Hayyam!... Filmi benim için böylesine özel kılan, kullanılan şu dizelerdir belki de...

Filmin bir yerinde, Bekri gördüğü rüyayı anlattığında dalga geçerler onunla... Ah kalır mı lafın altında?! Şöyle der, "Nerden biliyorsun rüyadakinin hayal olduğunu... Ya sen de birinin rüyasıysan?!" Aklıma ister istemez İhsan Oktay Anar'ın o muhteşem kitabı, Puslu Kıtalar Atlası geldi... Ne diyorduk, "Düşlüyorum, öyleyse varım!" Öyle ya... Hepimizin birinin düşüysek ya?

Güzel olan her şeyin yasak olduğu bir dönemde olduklarını düşünüyor Hezarfen... IV. Murat devri, içki yasak... Gerçi Murat'ın kendisi de sirozdan öldü ama... Neyse! Murat tebdil-i kıyafet dolaşıyor, asıyor, kesiyor... En güzel cevabı bizim dostlar veriyor, yine Hayyam dizeleriyle...

Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde
Senden ayığız bu sarhoş halimizle,
Sen insan kanı içersin biz üzüm kanı,
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?


Galileo'nun sözünden dönüşünü konuşuyorlar bir ara... Baskılar yüzünden caydığını... Ama kuş misali uçmak isteğinden ölüm bile vazgeçiremiyor Hezarfen'i... Yargılanmak için çıkarıldığı Şeyhülislam'ın önünde bile geri adım atmıyor. Bu arada geçen bir diyalogsa... Beni çıldırtmaya yetiyor! "Fert dediğin kanun için vardır, devlet için vardır.." diyor bizim sarıklı efendiler. Adalet yoktur, Kuvvetli olan haklıdır... Günümüzde de hala geçerli değil mi bu? Hezarfen'i mahvetmek için elinden geleni ardına koymayan Şeyhülislam'ın baskısı bir kıtadan diğerine uçabilen ilk insanın hayatını karartıyor böylece... "Onlar hep vardı, hala var ve ne yazık ki var olacaklar... Ama insanlık onları hiçbir zaman anmadı, anmayacak." diyor filmin sonunda Haluk Bilginer'in sesi... Ve çok haklı!

Ama yılmadı işte Hezarfen... Süzüldü gökyüzüne, Ney nefesleri eşliğinde...
"Ey İstanbul! Kanatlarımın altındasın işte!"

...Ve Öldüler...
Sersemliği yüzünden bilgisizlerin
Renk renk düşünceler kaldı söylenmedik...


Filmin sonuna kadar, en son isim de ekrandan silinene kadar izledim... O güzel müzikler için Tuluyhan Uğurlu'ya yine saygılarımı sunuyorum!


Not: Filmi tavsiye eden ve DVD'sini ödünç veren arkadaşlarıma teşekkürler...

14 Mart 2010 Pazar

Yolculuk



Hayat, kendi seçimlerimizle yürüdüğümüz bir yol; yolculuğun aydınlığı ya da karanlığı ellerimizde, yüreğimizde… Ne mutluluklar ne de pişmanlıklar öylesine gerçekleşen olgular değil hiçbir zaman. Mutluluğumuzun da kederimizin de zeminini hazırlayan yine biziz. Bu yüzden isyan etmemeli insan yaşadıklarına, kendi kazdığımız kuyulara sinip beklemedik mi çoğu zaman? Kendi avuçlarımızla yakaladığımız mutluluğa sarılıp uyumadık mı? Sayması zor, hayatının en ufak ayrıntısında bile mutluluk bulmayı başardığı zaman direniyor yıllara insan… Pişmanlıkların ağır yükünü sırtından atmayı öğrendiğinde eğilip bükülmüyor zamanın karşısında… Küçücük hayatlarda kocaman anılar saklıdır genelde; mademki anılarımızdan bahsedeceğiz, dökmeli ortaya bohçamızdakileri.

En büyük pişmanlık, insanın içini en çok acıtandır. “Keşke” sözcüğü insanın iliğini kemiğini kurutur her seferinde. “Keşke”ler “iyi ki”lere dönüştüğü ölçüde yaşanmış sayılır bir ömür. Benim de en büyük pişmanlığım, insanlara vereceğim değeri asla tutturamamış olmaktır. Hak edene az değer verdiğim için yitirdim, hak etmeye fazla değer verdiğimden eksildim… Her ne kadar hatalarından ders alamayan biri olsam ve insanlara güvenmekten vazgeçemesem de, kimin yanımda kimin karşımda olduğunu daha iyi anlayacak olgunluğa eriştim. Düştüğümde kim beni kaldırmaya çalışır, kim düştüğüm çukuru daha da derinleştirmek ister görebiliyorum artık. İşte mevzubahis pişmanlığım da bu durumları daha önce göremeyişimden ileri geliyor. Sanırım canımı acıtarak hayatımdan geçip gidenlere bu noktada bir teşekkür de borçluyum. Güvenimi böyle sarsmasalardı belki de daha çok yara alırdım. Bazen de tam tersi oluyor, değerimi hak edeni yüz üstü bırakıyorum. Beni seviyorlar ama ben sevgilerine karşılık veremiyorum. Karşılıksız bıraktığım her sevgi onlar için bir yara oluyor, ben ise yaralayan. Sonra yaşadığım her karşılıksız sevgide onları anıyorum, ahlarını mı aldım endişesiyle… Lüzumsuz aslında, dönüp dönüp geçmişi yoklamak. Kanatan kanatmış, yaralayanlar yaralamış ve çekip gitmişler; yeri gelmiş biz bile kanatmışız birilerini. Bende ise bir avuç pişmanlık kalmış bunca olaydan geriye, hem de içine bolca hüzün eklediğim. Peki değer mi? Ömer Hayyam şöyle der bir rubaisinde: “Geçmiş günü beyhude yere yâd etme/Gelmemiş bir an için de feryad etme/Geçmiş gelecek masal bunlar hep/Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.” Pişmanlıklarımızı düşünerek ömrümüzden çalıyoruz. Bu noktada yine Hayyam’dan bir dörtlük ödünç alalım: “Dünyada ne var kendine dert eyleyecek/Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek/Zümrüt çayır üstünde sefa sür iki gün/Zira senin üstünde de otlar bitecek.” Çok karamsar bir bakış açısı mı bu dizelerdeki? Acı ama gerçek olan bu… Üç günlük dünyada dert etmeye değecek daha gerçek şeyler var hayatta: Sağlık sorunları, savaşlar, bozulan doğal denge ve mahvettiğimiz dünyamız…

Bu madalyonun bir de öteki yüzü var, mutluluk. İnsan sayısız küçük mutluluk biriktirebilmeli ceplerinde. Ama üzerlerine gölge düşürmemeli. Belirli bir mutluluktan bahsetmek gerektiğindeyse, gözümü kapattığımda “en büyük mutluluk” namına net şeyler anımsamıyorum. Küçük küçük anılar birikiyor zihnime. Çocukluğumun oyuncakları, kardeşimin dünyaya gelmesi, ilkokul sıralarında ilk kez dostluğu öğrenişim ve bu dostluğun 15 yıldır sürmesi, dünyanın en güzel yürekli öğretmeninin en gözde öğrencisi olmam, henüz ilkokulda ilk şiirimi yazışım, ilk ödülüm, öğretmenlerimin beni “şair kızım” diye sevmeleri, gitar çalmayı öğrenişim, gittiğim ilk konser, aldığım ilk albüm, lise sıralarındayken dergiye basılan ilk yazım, aldığım ilk övgü, kendi başıma İstanbul’umu keşfe çıkışlarım, satır satır İstanbul’u anlatışlarım, Galatasaray’ın UEFA şampiyonluğu, mezuniyetlerim, hayatımın filmi The Crow’u izlemem, Türkiye futbol liginin 2005–2006 sezonu –ah, o son maçta attığım sevinç çığlıkları!– , lisede bir ömür elimi tutacak dostlar edinişim, internette blog sayfamı açışım ve insanların yaklaşık bir yıldır beni okuyor olması, Greenpeace ve WWF örgütleri için sanal eylemci oluşum, insanları bilgilendirmek için yazılar yazışım, üniversiteyi kazanmam, edindiğim arkadaşlar, ailemdeki sağlık sorunlarının hepsinin olmasa da bir kısmının üstesinden gelmemiz, neredeyse beni ölümün ucuna dek getiren ameliyattan sapasağlam çıkışım, daha iki hafta önce kaza geçirip on gün yoğun bakımda kalan kuzenimin hayata dönüşü, mesafeler ve pişmanlıklar yüzünden birbirimizi yok sayarken bugün tekrar kavuştuğum dostum… Tüm bunlar benim hayatımı anlamlı kılan detaylar, yüreğimde sakladığım yaldızlar… Tek ve kocaman bir mutluluktansa heybemdeki minicik mutluluklara sarılmayı tercih ediyorum hep. Eksik kalıyorum bazen, sarsılıyorum. Ama beni yıkmayı başaramadıkları her an daha çok mutlu oluyorum ben. Yüreğimde kopan fırtınaları bilmeden hakkımda ahkâm kesenlerin acizliklerini gördükçe mutluluğumu büyütüyorum. Madem Hayyam ile başladık, yine onunla devam edelim: “Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti/Dereden akan su ovada esen yel gibi/İki gün var ki dünyada bence ha var ha yok/Gelmeyen gün bir geçip giden gün iki.” Şu andaki mutluluklara bakmalı, nefes alabiliyoruz ya en azından! Şükretmeli…

Hayatın her yönü bir sınav, her sınav başka bir yol ayrımı. Her yol ayrımının kendi engebeleri var, her engebenin de kendi sonucu… Ya düşeceksin ya üzerinden geçeceksin. Ya mutlu olacaksın ya da pişman… Hepsi bizim elimizdeyken, “en”lerin peşinde koşmak yerine küçük sevinçlerle büyümeli. Umudumuz sonsuz olmalı, hayat uğraşı son bulana kadar… Bu yolculuk üzülmek için çok kısa… Hem de çok… Bitirirken son sözü yine Ömer Hayyam’a bırakalım… “Şu olan biten var ya boş ver ona/Taş yağsın isterse çok sürmez/Dakka şaşma dakka yaşamaya bak/Ne geçmişi düşün ne gelecekten kork.”

01.03.2010


----------

Dipnot: Bu yazıyı, onu ilk okuyan ve yorumlayan... zor anlarımda yanımda duran sevgili arkadaşım Ali Arda'ya ithaf ediyorum... :)

Dipnot 2: Can dost Naif bu yazıyı okuduktan sonra "Bu çok iyi olmuş. Yazarın olgunlaşma döneminde yazdığı ilk eseri.." dedi ve bu benim aldığım en özel övgülerden biri oldu. Belirtmeden geçemeyeceğim... Sağol Naif!

Dipnot 3: Sadık okurum İsmail'e de teşekkür borçluyum! :) Hiç ikiletmeden okur her seferinde. Biz de onu okuruz: http://isotic.blogspot.com

12 Mart 2010 Cuma

Alice in Wonderland


Walt Disney Pictures'ın 5 Mart 2010'da vizyona giren güzelliği kendileri... 3 boyutlu izleme seçeneği de var; lakin Kadıköy/Cinebonus'a bir heves gitmeme rağmen normal ve üstelik Türkçe dublajlı izlemek zorunda kaldım. Seslendirmeler iyi sayılırdı, ama yine de Johnny Deep'in kendi sesini duymayı çok isterdim.

Lewis Carroll'un 1865'te yayımladığı ve dünyanın her yerinde klasik haline gelmiş kitabından uyarlanan filmin yönetmenlik koltuğunda benim için Beetlejuice/Beter Böcek ile özdeşleşen efsane Tim Burton var. Uyarlama dediysem, normal bir adaptasyondan daha fazla eklemeler ve çıkarmalar sözkonusu. Bildiğimiz Alice öyküsü düşsel bir evrim geçiriyor. Tim normal bir film yapmayacağı için, biz de normal Alice yerine genç kız Alice ile tanışıyoruz.

Harikalar diyarının eşiğinde, Alice:




Mia Wasikowska, 19 yaşındaki Alice'i canlandıran cici kızımız. Gerçekten çok tatlı ve masaldaki kızı da andırıyor.



Çılgın Şapkacı Johnny Depp'e de hayran kalmamak elde değil.
"Bir kuzgun neden bir çalışma masasına benzer?" bilmecesini soran yüz ifadesiyle öyle şekerdi ki, suratındaki tonlarca makyaja rağmen büyüledi. Ben de kendi Şapkacı'mı istiyorum!

Şu sevimliliğe bak:


Oyuncu kadrosundaki diğer isimler:

Masum ve güzel Beyaz Kraliçe rolündeki Anne Hathaway:


eli kanlı Kırmızı Kraliçe'ye can veren Fight Club'ın Marla Singer'i Helene Bonham Carter:


Ve ayrıca çocukluğumuzun kahramanları, tavşan... gülen kedi... dodo kuşu... mavi tırtıl... sevimli cüceler...

Beyaz Kraliçe'nin topraklarındaki felaketin ardından Çılgın Şapkacı'nın şu ifadesine bir bakın yahu, ay kıyamam:


Bazı eleştirilerde Tim Burton'ın yarattığı bu dünyayı diğer filmleriyle kıyaslayıp hayal kırıklığı yaşadıklarından falan bahsedenler olmuş. Ben bu konuda herhangi bir hüküm veremem; çünkü izlediğim tek filmi bayıldığım Beter Böcek... Çocukken korkutan, şimdiyse gülümseten bu kült film izlediğim ilk ve tek Burton filmi olma özelliğini taşıyordu, Alice'e kadar. Bu iki filmin görselliğini ve yarattığı dünyayı bu kadar beğendiysem aradaki diğer Burton filmleriyle tanışma vakti gelmiş demektir.

Öyle güzel bir dünya yaratılmış ki... :


Henüz gösterimde olan bir filmle ilgili daha fazla ayrıntı vermeyeceğim; ama bir diyalog vardı ki gerçekten beni gülümsetti ve çok hoşuma gitti.
Filmin son sahnelerine yaklaşırken, Alice bir an kendine güvenemiyor ve başarması gereken görev için "Bu imkansız" diyor... Eğer şu anda fena halde saçmalamıyorsam, sevgili Şapkacı da şöyle yanıt veriyor:
"Sadece sen öyle olduğunu düşünürsen..."

Büyükler için masal dünyasının kapılarını aralayan film, çocuklar için de harika bir seyirlik.

Sinema salonundaki bir çocuğun kahramanlarımızın yakalanması karşısında "Ay yazıııııkkk..." nidasını duymak çok şekerdi!
Kafamı kurcalayan bir durum da var pek tabii, özel ismin neden çevrildiği. Alice'i Alis olarak neden yazdılar bilmiyorum. Belki de filmi çocuk filmleri kategorisine koyduklarındandır. Yine de Alice özel isim ve çevrilmesi gerekmezdi diye düşünmekteyim. Zaten dublajlı filmlerden hoşlanmıyorum, neden böyle çevrilmiş diye filmden sonra epey düşündüğüm onca detayın yükünü taşımaktan sıkılıyorum çünkü. Mütercim-tercümanlık okumanın da böyle bir dezavantajı var.

Bir beyaz tavşanın (üstelik yelekli beyaz bir tavşan!) peşinden harikalar diyarına sürüklenen Alice'in macerası için gerçekten izlemeye değer diyebilirim.

Not: Tek başına sinemaya gitmeyi sevmeyen şahsımın sinemaya gitmesini ve bu filmleri izlemesini sağlayan pek sayın ve pek sevgili arkadaşım Gökçé'ye teşekkürlerimi bir borç bilirim. Bu vesile ile de başlayan F1 sezonunun kendisini ve Alonso'sunu mutlu etmesini temenni ederim! :)

Dipnot:
Bu da sevgili Sunay Akın'ın kaleminden Alice:
http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/edebiyat/2010/03/11/iste_gercek_alice

Dipnotun dibi: "Bir kuzgun neden bir çalışma masasına benzer?" :))

9 Mart 2010 Salı

Tuhaflık

Tuhaf bir insanım vesselam... Evet, günden güne tuhaf bir insan olduğuma kanaat getiriyorum. Bir sürü kanıtım var bana bunu söyleyen.

Mesela, hani bir oyundan bahsediyorDum hep. En son şurada görülebilir: birikinti.
Neyse, ben bu oyundan sıkıldım. Girmemeyi tercih ediyorum son bir aydır. Oyundaki eşimle çok iyi anlaştığımız için mailleşmeye başlamıştık. Epey sohbet ettik kıtalar arası. Ama ben girmediğim için bana resmen oyunda bir eş lazım, ayrılmalıyız dedi. Yuh yani. Sonunda oyunda da terk edildim ya... Sonra ben oyuna girdim. Çoktan terk etmiş ve yeni bir eş bulmuş. Normalde eşler birbirleri için özel karakterli profil resimleri oluşturuyorlar, genelde seksi oluyor bu resimler de. Biz yapmamıştık böyle bir şey. Sadece ben de iki sarılmış kurt resmi vardı. Lakin bir baktım ki beyefendi daha bir günlük eşine öyle seksi resimler hazırlamış ve üzerlerine de bir ömür bağlıyız yazmış. Resmen aldatılmışım gibi hislendim, duygulandım, yakın olsa Amerika'ya gidip dövebilirim. Sonra bana diyorlar ki Amerikalıları niye sevmiyorsun! Al sana bir sebep daha. Tuhaf olan benim buna üzülmem. Bildiğin aldatılmak hissi resmen, aldatılmış bir kadın gibi niye onu seçti diye düşünüyorum. O kızın profiline bakamadım korkudan. Kimbilir orada nasıl bir resim bulacaktım. Sinirlerim harap oldu. Bunlara bile üzüldüğüme göre. Daha da girmem bu oyuna, benim için vampir-kurt adam oyunları bitmiştir!

Sonra, trenlerde geçen ömrümün kendine has tuhaflıkları var pek tabii.
Ben genelde sırt çantası tercih eden bir insanım. Ama yağmur yağdığında su geçirmemesi için deri bir kol çantası kullanıyorum. İşte böyle zamanlarda spor çantaları olan, hoş gençlerle her gözgöze geldiğimde "ay kızın çantasına bak" diyorlarmış gibi hissediyorum. Bakamıyorum sonra oldukları tarafa... Bazen de kendi kendime gülümsüyorum trende. Genelde şarkı dinlerken çok yapıyorum bunu. Güzel anılar geliyor bazen aklıma ya da son zamanlarda Rock FM dinliyorum sabahları, Rabarba programını. O sıralarda da kahkaha atmamak için kasa kasa yoruluyorum trende..

Peki ya asıl tuhaflığım...
Gerçek acılara yeterince üzülememem. Kendimi az yukarıda da gördüğünüz gibi gereksiz şeylere üzmem... Gereksiz insanlar için...
Bir de şu tuhaflık var ki, yazmayı çok sevdiğim halde yazmaya üşeniyorum...
Bu yazı da burada bitsin artık...

Hala beni okuyorsanız, teşekkür borçluyum..
Yeni yazılar gelecek...

28 Şubat 2010 Pazar

İki Dil Bir Bavul



Gecikmeli de olsa geçen haftalarda izleyebildiğim bir filmdi İki Dil Bir Bavul... Etkilenerek, düşünerek, üzülerek, filmi durdurup durdurup sorgulayarak izledim. Yazısını yazmak için de geç kaldım belki de... Ama yine de bir deneyeyim yazmayı.
**
2009 yapımı, bol ödüllü bu belgeseli Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan yönetmiş. Muş doğumlu Özgür Doğan da çocukluğunda tıpkı bu belgeseldeki zorlukları yaşamış, Türkçe bilmediği için...
Bol ödüllü film dedik... Hatta o kadar ödüllü bir film ki bu Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca düzenlenen film festivalinde müziği olmadığı halde "en iyi müzik ödülü"nü aldı... Böylece ülkemizi idare edenlerin sanattan ne kadar bihaber olduğu da bir kez daha anlaşılmış oldu, neyse!
Ayrıca, 16. Adana Altın Koza Film Festivali'nde SİYAD ve Yılmaz Güney Ödülü'nü kazanan film için Nuri Bilge Ceylan 'mutlaka izlenmesi gereken bir film' diyor... Bu fotoğraf da o ödül töreninden:

**
Bir Kürt köyüne gidiyoruz, yokluğun ıssızlığın gölgesinde açılıyor film. Denizlili Emre Aydın (adına kurban! :p ) yeni mezun bir ilkokul öğretmeni... Bu unutulmuş köye düşüyor yolu, biz de onunla beraber gidiyoruz.
Ağaçsız, yeşilsiz bir yolda yeni bir hayata ulaşmaya çalışıyor Emre öğretmen. Bir bavula kocaman hayatını sığdırmış, vurmuş sırtına, getirmiş köye...
Urfa'nın Demirci köyündeyiz... Emre idealist, sabırlı... Gerçi ilk başlarda su sıkıntısı bile canından bezdiriyor şehirli Emre'yi... Ama ödün de vermiyor kendinden, saçlarını jöleleyip çıkıyor evden. Bir gidiyor ki okula, boş! Tek tek evleri dolaşıp öğrencilerini topluyor sonra azimle. Anneler çocuklarını hazırlıyor, okul için temizleniyor çocuklar... Ama heyhat! Emre Kürtçe bilmiyor, çocuklar Türkçe... Şükür ki Emre pozitif, seviyor işini... Müfredatı falan boşverip ilk senesini çocuklara Türkçe öğretmeye adıyor... Dikkatimi Emre'nin Denizli şivesi çekti bu sırada. Emre'nin de kendine özgü bir konuşması var, tıpkı o Kürt çocukları gibi... Ne yapsınlar ki o çocuklar da... Kendi dilleri! Birileri sürekli Kürtçenin varlığını inkar etme yolunu seçiyor... Ne kadar inkar ederseniz edin, böyle bir dil var ve bu dilin yerleşmiş, yadsınamaz bir kültürü var... Dil kültürün aynasıdır! Onlar dünyayı Kürtçe penceresinden algılarken, Emre dünyayı başka bir dille anlıyor... Ben sadece bir öğretmenin çektikleri olarak bakmadım bu filme, Kürt çocuklarının yaşadıklarını gözlemledim; çünkü bunlar gerçek, hayat kadar gerçek...
Emre öğretmenin harf öğretme mücadelesi mesela... Çırpınıyor. Aslında haklı. Türkiye'de eğitim dili Türkçe olduğu için öyle ya da böyle bu harfleri öğrenmeliler. Gerçi, Türkçe konuşanlar olarak biz dilimize ne kadar sahip çıkıyoruz ki? İngilizceleşmiş bir Türkçe ile ne elde edeceğimizi sanıyoruz ya da... Neyse bu ayrı bir yazı konusu!

Asıl dikkatimi çeken ve beni üzen sahne ise, "Andımız" sahnesiydi muhakkak. "Türküm, doğruyum, çalışkanım..." diye başlar hani... İlkokuldayken her sabah söylerdik bağıra bağıra... Ama... Türk? Bir Kürt çocuğuna söyletiliyor bu sözcükler... "Ne mutlu Türküm diyene..." ve "Varlığım Türk varlığına armağan olsun..." diyorlar. Belki de ne dediklerini bilmeden, varlıklarını Türk varlığına armağan ediyorlar... Üzerinde düşünülmesi gerek bunun. Hükümet Kürt açılımı zırvalığı ile milleti oyalarken, işin başka boyutları gözden kaçırılıyor. Hükümet Alevi açılımı da yapıyordu, çalıştaya Diyanet İşleri'ni de çağırarak... Nasıl ki Alevilerin sorununu Diyanet çözemezse, Kürtlerin sorununu da bu hükümet çözemez. Bu kadar açık işte. Onları dinlemek gerek, onların ihtiyaçlarının farkına varmak...
Velilerin Emre'ye Kürtçe konusunda, yabancı dil öğreniyorsunuz işte demeleri ise çok hoştu!
Ayrıca kalem yeme kısmı... Tüm çocuklar kalemlerin arkalarını yer! Çok eğlenceli bir detay.. :)


Bir yıllık mücadelenin ardından yaşananlar da izlemeyenlere kalsın.
Ve eğer hala izlemeyen varsa, bu belgesele bir şans verilmeli diyorum. Bir buçuk saatinizi ayırabilirsiniz bence...

Daha ayrıntılı bilgiler içinse bu sayfayı ziyaret edebilirsiniz: http://www.perisanfilm.com/school/index.php



Dipnot: Yazıyı yazarken, yaklaşık 50 defa falan Emre Aydın-Bu Yağmurlar'ı dinledim... Mükemmel ötesi bir eser olmuş, bu filmle beraber tavsiyem olsun.
http://www.ttnetmuzik.com.tr/PlayerPage.aspx?songId=WmdzbUNwSDI4WUVxTFpkblUrRENLZz09

20 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Damla Hayat

Ben öykü yazdım, yıllar sonra hem de...
Bir göçmen kampındaki insanları gösteren bir fotoğraftan yola çıkarak bir öykü yazdım...
Bakalım beğenen olacak mı... :)

**

Bir Damla Hayat

Hayat donmuş, Hayat susmuş, Hayat kalakalmış bir fotoğrafın karşısında. Gözleri dolu dolu genç kadının, fotoğraftaki gözlere kilitlenmiş sessizce. Doğum gününde, doğduğu şehirde bir başına Hayat; yalnızlığını perçinleyen o kahrolası boşluk hissi bir fotoğrafın karşısında son bulana kadar öyle sanıyordu en azından.

Yağmurlu bir aralık günüydü, hiç çalmayan telefonun sessizliğinde yürüyordu sokaklarda Hayat. Bembeyaz yavru bir kedi koşuyordu annesinin peşinden, yağmurdan kaçmaya çalışıyorlardı belli ki. Hayat’ı kimse korumayacaktı yağmurdan, kimsenin peşine takılıp sıcak yuvasına dönemeyecekti. Kimse “İyi ki doğdun” demeyecekti ona ve kimse tutmayacaktı ellerinden. Takılıp düşerse kimse kaldırmayacaktı yerden. O da iliklerine kadar hissetmeye kararlıydı yağmurun tadını. Sokaklar bomboş, sadece sesler var. Yalnız kalbinin uğultusunu bastıran, sessiz yağmurun sesi var.

Derken hızlandı yağmur, hızlandı düşünceler. Kafasını çevirdiğinde küçük, sevimli bir mekân gördü; penceresiz, duvarları mor... Kapısının önünde minicik çam ağaçları duruyor. Yeni yılın heyecanıyla süslenmiş rengârenk ağaçlar, Hayat’a sesleniyor. O an düşünüyor Hayat, bu yılın da yalnız geçme ihtimalini hissediyor yüreğinde ürpererek. İçgüdüleriyle yapıyor hamlesini; biraz da şu yalnızlık hissiyatını kovma çabasıyla giriveriyor o kapıdan, insanın içini ısıtan bir ortama adım atıyor. Bir sergi var içeride, bir fotoğraf sergisi. Sadece mekânın sahibi ve bembeyaz kediler var bu mor odada. Bir de fotoğraflar. Dünyanın her yerinden, onlarca hayattan kareler saklanmış duvarlara. Sanki Hayat için, Hayat’a özel.

İşte bu sergide gördü o gözleri, kendi gözlerini. Kendi hayatına yabancı olduğunu hisseden Hayat, bir göçmen kızın gözlerinde gördü kendini, hayatını. Etiyopya’daki o göçmen kampında gördü kimsesizliğini. Fakirliğin, karanlığın, tutsaklığın ve umutsuzluğun kol gezdiği topraklarda açtı gözlerini. Tozun dumanın altında, kaybolan hayatların gölgesinde gördü kendi açmazlarını. Felaketlerin ortasında, bencilliği ile darmadağın ettiği ailesini gördü. Kırıldıklarını, kırdıklarını. Peşine düştü anılarının, yıllar önceki küçük Hayat oldu. Bebekleri vardı, annesi babası yanındaydı, gözleri gülerdi Hayat’ın. Hayatı olmuştu ailesinin, ondan adı Hayat’tı. Bir evleri vardı, umut taşardı pencerelerdeki mor menekşelerden. Kahkahaları vardı o zaman. Avuçlarında mutluluk biriktirirdi, üflerdi gecenin bir yarısı yıldızlara. Yıllar geçti sonra… Anılar değişti, Hayat büyüdü, önce mor menekşeler kurudu. Kendi içinde kurduğu mahkemelerde, yine kendisini cezalandırdı; evinden ayrıldı. Onu sevenlerin öğüt veren sözlerini bohçasının en dibine atıp, kendi bildiği yolda yürüdü gözleri kapalı. Düştü, acıdı yüreği. Ama dönemedi evine. Kendi mahkemesinde kırdı kalemini, sürgün oldu kendi hayatında. Korktu o kocaman lafı etmekten, özür dilemekten. Yürüdü tek başına hayat yolunda, her adımda yarasını kanatarak…

Sonra o küçük göçmen kız oldu Hayat. İç savaşlarla, kuraklıklarla, kıtlıklarla yaşlanmış bir ülkenin küçücük kızı oldu. Yaşamın onlara hazırladıklarına direnerek büyümüş bir halkın arasında yer buldu kendine. Yaşıyordu. Yalnız değildi ve yaşıyordu. Açtı belki, açıktaydı; ama direniyordu. Yorgun düşmüştü daha yolun başında. Ama yürüyor, yaşıyordu. Arkadaşları kim bilir neredeydi, hangi kampta, ne hallerde… Bir avuç insan kalmışlardı; yine de tükenmemişti yaşama umudu. Tarihin karanlık yüzünde, aydınlık yüreğiyle yaşıyordu. Sırf hayatına karıştılar diye, anne babasını silmezdi en azından bu küçük kız. Hayat yoluna çıkarken, sığınacağı limanları yakmazdı… Gözyaşları damlarken ellerine, bir ses duydu Hayat. Bilemedi sesin geldiği yeri, sadece irkildi.
—Ağla, ağla ki temizlensin yüreğinin kıvrımları. Ağla ki silinsin yazgının karaları!

Döndü usulca, bu küçük mekânın sahibiydi bu sözlerin babası. Sevecen yüzünde, kocaman bir gülümsemeyle selamladı genç kadını. Hayat içeri girdiğinde, sesini çıkarmamıştı hiç. O bilindik karşılama sözcüklerini de kullanmamıştı, Hayat’ı hayatıyla baş başa bırakırcasına susmuştu sadece. İşte şimdi konuşuyordu yaşlı adam, Hayat’ın yüreğini titreterek.
—Ağlamak, kendini affetmenin ilk adımıdır kızım. Kendini affetmektir belki de. Ağlamak birikmiş kederlerini damlalara yükleyip sakinleşmektir. Ağla yavrum, ağla ki patlasın biriken urlar... Hazır olmalısın! Hayat yolunun her evresinde başka bir acı bekler seni; tutunacak dalın yoksa düşmemek için kendine dallar yaratırsın. Bazen küçücük bir kızın gözleri olur bu, bazen bir karganın kanat çırpışı, bazen bir şarkı, bazen de bir şiir… Sen bu göçmen kızda buldun kendini, umutlarını… Bak, onlar da göçmen olmuşlar hayat yolunda. Annesi, babası, kardeşi… Ortada kalıvermişler! Ama birbirlerine sahipler. Bir ailenin ‘bir’ durması nice sancıya kalkandır kızım… Ağla! İsyanın olsun damlalar… Ağla! İnşa ettiğin o sözde duvarlar sarsılsın, sahte gülümsemeleri kov. Taze, tertemiz umutlar koy yüreğine… Ağla! Bir damla umut doğsun günlerine… Ağla! Hırsların çürüsün, yürekli sevgiler koy yerine. Pes etme kızım, güçsüz değilsin sen; güçsüz insan kendini affedebilir mi hiç?

Ses çıkaramadı Hayat. Yaşlı adamın şefkat dolu gözlerindeki yansımada babasını, gülümseyen yüzündeki gamzelerinde annesini gördü sadece. Gülümsedi, gereksiz teşekkür sözcükleri mırıldanarak çıktı morların içinden, geldiği sessizlikte. Yağmur durmuştu. Bir yerlerde bir karga, sessizliğine ses veriyordu. Kediler ayaklarına dolanıyordu. Yürümeye devam etti; kulaklarında adamın sesi çınlıyordu… “Ağlamak, kendini affetmektir.” Ağlamıyordu artık Hayat. Çünkü ilk defa yüreğindeki mahkemeden beraat kararı çıkmıştı. Telefonunu çıkardı çantasından. Ne zamandır hiç hareketlenme olmayan o ekranda gülen yüzünü gördü, bir damla hayat parladı gözlerinde. “Aranıyor… Annem!”

30 Aralık 2009

13 Şubat 2010 Cumartesi

Dünyaya bir şans verin!


Merhaba!
Fark etmiş olabileceğiniz gibi sayfanın üst tarafında yeni bir banner var.
WWF, "World Wild Fund for Nature", doğayı koruma niyetiyle yola çıkmış bir "dünya" örgütü. Küresel ısınmanın alışageldiğimiz tüm dengeleri altüst edip, dünya üzerindeki tüm canlı formlarının -evet, insanlık da dahil- varlığına son vermesini önlemeye çabalıyorlar.
"Yaşayan bir gezegen" için, "yaşayan bir dünya" için, hepimizin elinden gelen bir şeyler var elbet!

WWF, küresel ısınmayla mücadeleye dikkat çekmek amacıyla 27 Mart 2010 Cumartesi günü 20:30-21:30 saatleri arasında bir kampanya gerçekleştiriyor. Ve biz de bunun bir parçası oluyoruz!

Bu kampanya kapsamında, her sene binlerce işyeri, milyonlarca insan 20:30-21:30 saatleri arasında ışıklarını kapatarak, görselliği güçlü bir mesaj gönderiyorlar dünyanın vurdumduymaz insanlarına!

Greenpeace'in Meclis'teki eyleminde açtığı pankarta "paçavra" diyen yöneticilerimiz olabilir evet, ama bu dünya onların tekelinde değil!
Bu dünya bizim, sizin, çocuklarımızın!

Geleceğiniz için dünyaya bir şans verin, olmaz mı?

Ben, bu yazıyı okuyacak dostların da mücadelemizde bir katkısı bulunsun istiyorum...
Sevgiler...

http://www.wwf.org.tr/

29 Ocak 2010 Cuma

Birikinti

Aslında hiç yazasım yok, hatta o kadar yok ki az önce yanlışlıkla "Kaydı Yayınla" diyerekten sadece başlığı olan bir yazı koymuşum blogcuğuma. İyi değilim ben. Ve fakat nasıl iyi olacağımı da bilmiyorum. Çok şey birikti anlatacak, ufak ufak hepsine değinmeli... mi?

# Yazıya başlarken Mor ve Ötesi - Canlı Yayın çalıyordu... # "biz mi seçtik mahvolmayı?"

Öncelikle yazının başlığı neden "Birikinti"... Çünkü biriktim, evet. Bazen delice yazasım geliyor, ellerim titriyor falan. Sonra birden geçiyor. Geçmeden içimi dökeyim dedim, biriktikçe deliriyorum çünkü.

^^

Nerden başlasak... Hadi, havadan sudan konuşalım. Kar! O kadar özledik ki geldi sonunda. Yolları ve Marmara'lıların tatil planlarını mahvetse de geldi. Hıhı, sınavlarım gümbürtüye gitti, zaten 15 günlük olan tatil iyice iyice kısaldı. Bana göre hava hoş, evimdeydim de... Evlerine döneceklere yazık oldu sanki. Salı-Çarşamba olacak sınavlar şubatın ilk haftasına kaldı. Notlar da ufak ufak açıklanıyor, umarım bir aksilik olmadan şu dönemi de kapatırım...

^^

Amaaaa... Kar güzeldi... :) Dokunmak, bembeyaz ve henüz safken kara dokunmak... Ağaçları, doğayı dinlemek... Ağaç demişken, bizim kampüsten bir çam ağacı fotoğrafı göstermek isterdim size ama, Blogger'ın uyuzluk edeceği tuttu... Ama ben ağaca aşık oldum yahu! :) Karla kaplı bir çam ağacı.. :)

Evet! Aşık olacaksan doğaya, kurda kuşa, börtü böceğe olmak gerek aslında. Ne hayrını gördük ki kalbimizi başkasına emanet etmenin. Yüreğin parçalarını yerden topladıktan sonra ne anlamı var birini sevmenin? Hele güvenmek... Koskoca kız oldum, hala bir çocuk gibiyim. Hala saf... Güveniyorum, güvenmek gerektiğini hissediyorum. Herkesin bir şansı olmalı diyorum, hepsi aynı olamaz ya diyorum... Ah! Bitti gitti işte herkes. Dost mu? Sevgili mi? Hani? Benim bir tane dostum vardı ya, başımın üstünde taşırdım... Yazılar döşerdim... Abim diye severdim! Öğrendim ki sıkılmış benden. Çok sıktığım için kaçmış. Evet kaçtı. Kendi bilir. Bundan sonra hiç kimse için ağlamak yok. Derdine derdimmiş gibi üzülmek yok! Ama yapıyorum ben bunu galiba. İnsanları ilgimle boğuyorum. Onlar bir adım atıyorsa, ben koşuyorum. Artık durma vakti gelmiştir bence. Aptallığıma yanayım.
Tam bu esnada MvÖ - The Faithful Lover çalması da nasıl bir kaderdir... Neyse, gidenin ardından yeterince ağladık... Belki vakit yeni şarkılar söyleme vaktidir...

Bugünlerde sırf Mor ve Ötesi dinliyorum. Öyle bir esti birden. Eski albümleri tek tek yeniden ezberliyorum. En çok takıldığım da Beyaz oldu. "İyi ki varsın, iyi ki yokum."... Bu adamlar da öyle bir büyü var ki, 15 yıl da geçse 30 yıl da geçse yine severek, taparak dinleriz gibime geliyor... Yine yine yine... Yazımı hatırlatırım: Renkler, içinde en güzelinin mor olduğu renkler...

**

Formspring diye bir hadise var şimdi. Soru soruyorsun, sana soru soruluyor. Eğlenceli gibi. Ama bazı gereksiz insanlar da yok değil. Uğraşa uğraşa kendini msne ekleten ve sonra silen tipler gibi. Nasıl bir ego var böylelerinde, böyle mi tatmin oluyorlar bilemedim... Aman! Ben de 'takıntılı' bir insan olduğumdan, bu tuhaf insanımsı varlıkları da düşünüp kendime dert ediniyorum ya... Ne denir artık!

**

Hani bayram analizi yaparken, bir oyundan bahsetmiştim. Vampirdim hani. Artık bir kurtkadınım! :) Klan üyelerimden, pek de sevdiğim bir abla bir de suyun öteki tarafını denemek istediğini ona eşlik edip etmeyeceğimi sordu... Zevkle dedim. Ve güçlü bir kurda dönüştürüldüm. :) Oyunsa gittikçe keyifli hale geliyor. Adminimiz yeni bir özellik eklemiş: Mate. Yani evlenmek diye de çevirebiliriz çiftleşmek olarak da!! Neyse, bir eşin oluyor oyunda, birbirinizle altın ve diğer gereksinimleri kolayca karşılayabileceğiniz özel bir sekme falan oluşturulmuş. Benim de bir eşim var tabii, bir kurtadam. Lakin, oyunun ilk günlerinden beri bana yardımcı olan bir vampir de onun eşi olmamı, tekrar vampire dönmemi istiyor ama... Bilemedim ne yapacağımı... Aynı Bella gibi oldum galiba: Bir vampir ve bir kurtadam benim için kavga edecek! Vampir olanın buna niyeti var, madem benimle olmuyorsun o zaman eşini iyi koru dedi!.. Oyunda bile talihsiz miyim neyim!

**

Hep aynı sıkıntı içimde... Yazı uzadıkça anlatacaklarımı unutuyorum. "Ben kimim, nerdeyim... Çok tuhaf bir yerdeyim...".

# Yazı biterken yine Mor ve Ötesi... Hep Aynı!
# "Hep aynı dertler, hep aynı yüzler..."

11 Ocak 2010 Pazartesi

Sinema Günleri

Uzun süredir sinemaya gitmeye vakit bulamıyordum. Lakin vizyondaki o pek güzel filmlerin tadına bakmak için daha fazla bekleyemedim! Elbette istediklerimin hepsine gidemedim. Daha görmem gerekenler var, ancak zaman problemim hızla geri geldi; ben vakit bulana kadar da yerlerine yenileri gelir.

**

İlk film, Neşeli Hayat. Kadıköy/Rexx'te, etraftaki yılışık çiftlere uyuz ola ola izledim. :)

Tanıdık oyuncularla, sıcak bir hikayeydi beni karşılayan. Yılmaz Erdoğan yönetmenliğinde, BKM Mutfak oyuncularının gerçekçi performanslarıyla; yer yer umulanı vermese de, tam yıl sonuna yakışır bir filmdi.
Bir espriye gülmek ya da gülmemek, kişinin kendi değer yargılarına ve espri anlayışına bağlıdır pek tabii. Ama salonu güldürebilen çok kaliteli esprilerle de süslenmişti film. Zaten "Çok Güzel Hareketler Bunlar"dan da bildiğimiz gibi, kimi oyuncuları sadece görmek bile insanı gülümsetebiliyor. Mesela Ersin Korkut.
Hikayenin içimi ısıttığını rahatlıkla söyleyebilirim; sosyal bir mesaj da saklı sanki! Rıza... Attığı her adımda hüsrana uğrayan bir emekçi. Ve son işi de, kim olduğunu bile bilmediği birinin yerine geçmek: Noel Baba. İçi bin tane dertle dolu olsa da, çocukları mutlu etmeye çalışmalı yani! Kültürümüze tarih içinde yavaş yavaş işlenen bu Noel Baba figürünün içinde, hayat mücadelesine şahit oluyoruz Rıza'nın.

Yılmaz Erdoğan, Vizontele'lerdeki gibi etkileyici yine. Karakterini şivesiyle, mimikleriyle capcanlı görebiliyorsunuz. Büşra Pekin de sempatik ve gerçekçi oluşuyla kendini fark ettiriyor. BKM Mutfak ile şenlenen filmin göze çarpan oyuncuları arasında ise Oğuzhan Koç, Murat Eken, Cezmi Baskın, Eser Yenenler, Bülent Emrah Parlak, Ayça Erturan, Metin Yıldız gibi isimler bulunuyor. Erdal Tosun ve Sinan Bengier gibi Mutfak dışı deneyimli oyuncular da filme tat katıyor. Bu arada Erdal Tosun aklımda hep Bir Demet Tiyatro ile kalmış, ilginç.
Tüm bu güzelliklere rağmen, çok fazla iz bıraktığını söyleyemeyeceğim. En azından birilerine hevesle anlatmamıştım bu yazıyı yazana kadar. Ama şu da bir gerçek ki, üzerinde emek harcanmış her şeye saygımız sonsuz, hele ki böyle yetenekli oyuncular söz konusuysa...
Ayrıca filmden sonra Şahin Irmak hayranlığım su yüzüne çıktı.. Hıyarlı Baba gibi unutulmayan bir karakter yaratan oyuncu, filmde başrolde olmasa bile çok etkileyiciydi.

**

Gelelim ikinci filme...
Sanırım hayatımın en muhteşem filmiyle karşı karşıyayım!.. AVATAR!


Ne söylesem, ne yazsam eksik kalır... Büyülendim! Görselliğiyle, öyküsüyle, oyuncularıyla, aksiyonuyla ve üç boyutlu şahane şovuyla... Iskalanmayacak bir film, derin izler bıraktı arkasında. Kadıköy/Cine Bonus'ta, 3D tekniği yardımıyla buluştum bu film ile. Hiçbir şey okumadan, yorumlara kulaklarımı tıkayarak gittim. Bu deneyimi, tüm tadıyla, kendim kazanmalıydım. Öyle de oldu. Kesinlikle bir sihir söz konusu. Kendimi bir Na'vi gibi hissedecek kadar içine girdim öykünün. The Crow'dan sonra hiçbir şey beni böyle delicesine etkileyemez diye düşünürdüm. Galiba hayatıma yeni bir film daha girdi artık.
İnsanoğlunun o gözü doymayan tavrı, öykünün çıkış noktası. Dünya'yı mahvedip, güzeller güzeli bir gezegen olan Pandora'yı da o gerizekalı hırslarına kurban etmeye niyetlenmiş "Gökadamları", Pandora'nın yerli halkı Na'vilerle karşı karşıya geliyor. Sam Worthington tarafından can verilen Jake Sully, Na'vilerin arasına karışıyor Avatar'ıyla... Kendisine benzeyen, yarı Na'vi yarı insan karakteri ile... Bu arada, Sam Worthington oyunculuğu ile göz kamaştırıyor, tapınabiliriz kendisine.

Hikaye tanıdık aslında. Ama böylesine bir anlatım... İnanılmaz! Daha fazla detaylara girmek istemiyorum, anlattıkça eksikler gözüme çarpacak biliyorum. Bildiğim bir başka şey de, ne kadar anlatsam da doymayacağım.
Filmin yapımı dört yıl sürmüş, ama filmin senaryosunu yazan ve yöneten efsane James Cameron bu filmi 1970'lerden beri yüreğinde taşımış. Sadece gerekli teknolojinin hazır olması bekleniyormuş... Tüm oyuncular kendi karakterlerini canlandırıyor, özel teknolojilerle hazırlanan karakterler bilgisayar ekranında onlardan aldıkları güçle hareket ediyor... Mucize gibi film!


Eve gelir gelmez ilk yaptığım, filmi ve tekniklerini araştırmak oldu; insanda böyle bir merak ve coşku uyandıran bir yapımın etkileyici olduğu muhakkak.
Kutsal ağaçların ortasında, hızlı, çevik ve yetenekli bir Na'vi gibi hissettiğiniz her an filme daha çok aşık oluyorsunuz.
Eğer ilgileniyorsanız, filmle ilgili daha derin detaylar için:
http://www.avatarmovie.com/
ve benim de çok işime yarayan,
http://www.imdb.com/title/tt0499549/

vee.. Neytiri! Sıklıkla kendimle özdeşleştirdiğim karakter. Na'vi klan liderlerinin kızı... Zoe Saldana tarafından canlandırılıyor ve... ah! gerisi birazcık boşboğazlık olur izlemeyenler için... :)

Tamamen başka bir dünyada ama aslında çok tanıdık hayatlarla, eşi bulunmaz bir yolculuktu bu film!

Jake Sully: I see you.
Neytiri: I see you.




Yönetmen James Cameron'u saygıyla selamlıyorum. Titanic'ten sonra yine asla ölmeyecek bir efsaneye imza atmış kendileri!

Ben de bir Avatar olmak istiyorum!


**

Ve üçüncü film... Uzun zamandır hevesle beklediğim, fragmanlarıyla bile yerlere yatıran: Yahşi Batı!!! Tam tabiri ile, "bir Cem Yılmaz filmi".

Burada yabancıları sevmezler... Yerlileri hiç sevmezler!


GORA ve AROG'dan daha az güldüm gibi... Ama yine de öyle bir keyifle izledim ki, çıktığımda gülmekten karnım ağrıyordu! Günümüzde başlayan filmin esas hikayesi 1881'de geçiyor.



Bu sefer bir değişiklik yapıp Pendik'te gittim filme, Oskar'da. Kadıköy'dekine göre daha küçük de olsa salon, en azından yakınlarımda öpüşen bir çift yoktu film esnasında dikkatimi küfür etmeye yöneltebilecek. :)
O klasık Western çizgisindeki kovboy filmlerinin pek çok simgesiyle dalga geçilen, kaliteli göndermelerle günümüz emperyalizmine sıkça laf sokan keyifle izlenecek bir filmdi kendileri. Ayrıca Kızılderililere inanılmaz saygı duyan bir birey olarak, yerli halkın da işin içinde olması güzeldi. Esprileri tek tek yazarak 3. haftasındaki bir filmin keyfini kaçırmak istemem.
Cem Yılmaz, Ozan Güven ve Özkan Uğur zaten artık yanyana gelince bile gülümseten isimler. GORA ve AROG'dan sonra onları yine bir arada görmek çok güzeldi. Demet Evgar ise şahane bir oyunculuk sergilemiş; lakin arkamdaki çocukların film arasında "1 Kadın 1 Erkek" teki kadın diye kendisini tanımlamaları pek hoş değildi... Demet Evgar, pek çok değerli yapımda yer almış bir isim. Sadece tek bir yapımla -o da Facebook'taki videolarla bilinen bir yapım- tanınması biraz üzücü. Başka bir usta olan Zafer Algöz de inanılmaz inandırıcıydı ve rolüyle bütünleşmişti.
Hele sahneler... Dekor! Kıyafetler! Emek harcanan ve hakettiği değeri görmesi gereken bir film Yahşi Batı.

Filmin tek kötü tarafı ise, televizyonda sürekli dönen Cola Turka reklamları. İçmezdim, iyice soğudum. :)

Helal olsun! Adamlar yapmış abiiii...