1 Ocak 2011 Cumartesi

The Crow: Ölümsüz Aşk

Daha önce kısa da olsa yazmıştım hayatımın filmi hakkında, yine yazacağım. Aslında eski bir yazım. 20 Aralık 2009 tarihinde Taraf gazetesinin Pazar ekinde yayımlanmıştı. Ben baskıya yollarken düzenlemişim. Fakat elimde Word halinde olmadığı için dergiden bakarak yazıyorum. Kimi çıkarılan yerleri de ekleyerek yeni bir halini paylaşıyorum sizinle, 16. yılını dolduran film şerefine...



Kadim zamanlarda, insanlar öldüğünde ruhlarının bir karga tarafından ölüler diyarına götürüldüğüne inanılırdı. Ama bazen, o kadar kötü bir şey olurdu ki; ruh beraberinde büyük bir keder getirirdi ve huzura kavuşamazdı. Böyle olduğunda karga bazen, ama bazen, bu ruhu dünyaya geri götürürdü. Doğru gitmeyen şeyleri düzeltmek için… Eric Draven’in da ruhu, bir türlü huzur bulamayanlardandı; aşkını, ruhunu, kendini bir karganın kanadına yükleyip geri döndü dünyaya... İntikamını alabilmek için! İşte böyle başlar bizim de hikâyemiz: 30 Ekim gecesi, yani nam-ı diğer Şeytanın Gecesi’nde, yangınların ve acıların ortasında…
1994 yapımı The Crow filmi, temellerini James O’Barr’ın seksenli yıllarda iz bırakmış çizgi romanından alır; O’Barr nişanlısını bir trafik kazasında kaybetmesiyle açılan yarasını çizgilere gizlemeye çalışırken bu mucize film için belki de ilk adımı atar. Seksenlerin başında, nişan yüzükleri için öldürülen genç bir çiftin acı haberi de O’Barr’a ilham verir ve öykümüzün çıkış noktası olur. Sonraları bir efsane olacak ve sinemaseverler arasında kült sayılacak film ise, David J. Schow ve John Shirley tarafından uyarlanarak Alex Proyas’ın yönetmenliğinde can bulur. Bu uyarlama esnasında tabii ki kimi değişiklikler de meydana gelir. Çizgi romanda sadece Eric diye anılan bir tamirci iken kahramanımız, O’Barr’ın çizgilerinde bir müzisyene dönüştürülür. Bir de soyad eklenir: Eric Draven. İçinde gizlediği bir ‘Kuzgun’ vardır bu adın, Edgar Allan Poe’nun o muhteşem şiirine bir gönderme ile… “Eric The Raven…” Zaten sahnelerden birinde kendine göre uyarlamış da olsa, bir alıntı yapar Eric bu şiirden… “Suddenly there came a tapping/as of someone gently rapping/rapping at my chamber door.” “Bir takırtı geldi birden, sanki kibarca/Oda kapımı çalan-çalan birisi gibi…”
Gelmiş geçmiş en iyi çizgi romandan filme uyarlamalarından kabul edilen The Crow, Türkiye’de gösterime Ölümsüz Aşk adıyla Aralık 1994’te girmiş ve adına yakışır şekilde aşkın ölümsüzlüğüne inandırıvermiştir tutkunlarını. “Bir insan aşkı için en fazla ne yapabilir” sorusunun kanlı canlı cevabıdır The Crow. Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee’nin Eric Draven rolüyle devleştiği film, Lee’yi aramızdan alan da olmuştur aynı zamanda. Muhteşem bir anti-kahraman olup, içimize işleyen bakışlarıyla filme anlam katan Lee çekimler esnasında yanlış doldurulmuş bir silahın kurbanı olur henüz 28 yaşındayken… Tıpkı babası gibi film setinde can verir. 58 günlük çekimlerin 52. gününde veda eder Lee ve onsuz tamamlanır sahneler, onsuz gösterime girer film… Ama asla onsuz anılamaz! Bu filmin böyle efsane haline gelmesinde Lee dışındaki oyuncuların da etkisi yadsınamaz pek tabii…
Bir kız çocuğunun sesiyle başlar film. Her şey Şeytanın Gecesi’nde yani muhteşem bir rock gitaristi olan Eric Draven ve nişanlısı Shelly Webster’in 31 Ekimdeki nikâhlarından önceki gece, çiftin gözü dönmüş sapkınlarca öldürülmesiyle başlar. Tıpkı küçük Sarah’ın söylediği gibi: “Sevgi gerçekse ve iki insan beraber olmak istiyorsa, kimse onları ayıramaz.” Ve tam bir yıl sonra, yine aynı günde… Sevdiceğinin acısıyla ölüler diyarında huzur bulamayan Eric, sırtlanır kederini döner dünyaya… Tam da arkada The Cure – Burn çalarken kendine muhteşem bir makyaj yapar Eric; onunla özdeşleşen, onu anlatan. Harlequin maskesiyle ve bir sahnede çatının üzerinde olağanüstü bir solo için kullandığı gitarıyla, intikama yürür adım adım. “Victims, aren't we all?” en çarpıcı repliklerinden filmin... Eric söylüyor, tam yerinde tam zamanında! "Kurbanlar... Hepimiz öyle değil miyiz?"
Öyle bir filmdir ki bu, Brandon Lee öldükten sonra seriye devam edilse de, her zaman en özeli olmuştur The Crow’ların. Belki de, Lee’yi kaybedişimizden sonra yüreğimiz elvermez öyle çok sevmeye diğer üç filmi… Öyle bir filmdir ki bu… Döner bakarsın her seferinde bir kargaya sevgiyle, sesi bile rahatsız etmez artık... Ve beklersin çıksın gelsin Brandon Lee bir yerden... Gelsin de tüm kötülerden intikam alsın istersin... Ama gelmez. Kim bilir? Belki bir gün... Belki bir gün, bir karga çıkar gelir ve senin ruhuna da yardım eder kurtulmak için tüm kötülüklerden...
Karanlıkların içinde, acılı bir prenstir Eric ve belki de “cehennemden bir pantomimci”. Hayranlıkla izlersiniz savaşını. Elinde gitarı, muhteşem bir solo ile unutulmazlar arasına ekler o sahneyi ve sonra parçalar gitarı notalara sakladığı her bir gözyaşıyla… “It can't rain all the time” der bir sahnede. “Her zaman yağmur yağmaz...” gibi bir replikle bile insanı yaralar, yakalar, yakar, iz bırakır... Unutamazsınız kolay kolay... Aşk için mücadele nedir, görürsünüz... Artık yaşamıyor da olsanız, aşkınıza yapılanların intikamını almak istemek nasıl bir şeydir anlarsınız... Yağmur yağarken, kulaklarınızda Jane Siberry’nin “It Can't Rain All the Time” diyen sesiyle ağlayıverirsiniz… 16 yıldır etkisi sürüyorsa bu filmin ve dinmiyorsa acısı, o zaman Sarah’ın şu sözlerine hak vermek gerekir: "Binalar yanar, insanlar ölür... Ama gerçek aşk sonsuza kadar sürer..."