30 Kasım 2008 Pazar

the crow


ölümsüz aşk gerçekten vardır dedirten film... gelmiş geçmiş en iyi çizgi romandan filme uyarlaması...


"eskiden, insanlar öldüğünde bir karganın ruhlarını ölüler diyarına götürdüğüne inanırdı... ama bazen, o kadar kötü birsey olurdu ki ruh beraberinde büyük bir hüzün getirirdi ve dinlenemezdi... böyle oldugunda bazen karga bu ruhu dünyaya geri getirirdi...yanlısları düzeltmek icin..."


döner bakarsın her seferinde bir kargaya saygıyla... ve beklersin çıksın gelsin Brandon Lee bi yerden... gelsin de tüm kötülerden intikam alsın istersin... ama gelmez.. kim bilir.. belki bir gün...
belki bir gün, bir karga çıkar gelir ve senin ruhunu da temizler tüm kötülüklerden...
"it can't rain all the time" her zaman yağmur yağmaz... gibi bir replikle bile insanı yaralar.. yakar.. izi kalır.. unutamazsınız kolay kolay...
aşk için mücadele nedir, görürsünüz... ölmüş de olsanız, aşkınıza yapılanların intikamını almak istemek nasıl bir şeydir anlarsınız...
"Eric Draven & Shelly Webster"

Renkler...

Küçükken, renklerle anlatırdım dünyamı… Önce bembeyazdı her şey, öğrenmeye başladım… Biliyordum, bir gün aradığımı bulacaktım… Sorun şuydu ki, henüz ne aradığımı bilmiyordum! Kimselere açamıyordum yüreğimi... Susuyordum… Hayatı yavaşça kavrıyor ama susarak yaşıyordum… Her yer beyazdı, masumdu, içtendi… Sevgi dolu bakardı gözler… Görmesini bilirdi gözlerim o zamanlar… Sadece bakmaz, görürdü var olanı! Ya da olmasını istediğini…

Diğer renklerle de tanıştım büyüdükçe… Her birinin ayrı öyküsü varmış… Meğer her biri ayrı yer edermiş yüreklerde… Ama biri benim için çok özel oldu… Bir renk hayatıma girdi… Ve kaldı derinlerde bir yerde… İçim dışım onla doldu…

Gelelim benim hikâyeme… Önce yavaş yavaş beyazım soldu… Saflığımı, masumluğumu kaybettim! Renksiz kaldım bir süre… Hayat beni nereye sürükleyecek diye merak ettim… Bekledim bekledim… Hayat beni hiç yanıltmadı… Toprakta bitecek bir maraton, ben hayatı fark edince başladı…

Gün geldi sarı oldu dünyam… İnsanları tanımak için durdum… Akıp giden hayatın ortasında, insanları seyre daldım. Sonra pembeyi buldum: aşkı, sevmeyi, hissetmeyi… Yaşamın ince kıvrımlarında yürürken, kırmızı çıktı aniden karşıma… Tutkunun rengiymiş, tanıttı kendini bana… Bulutlara doğru ilerlemeye çabalarken; mavi renk, mutlulukla tanıştırdı beni… Fakat her şey bu kadar güzel değilmiş… Nitekim siyahı da gösterdi hayat bana: nefreti, ölümü, pişmanlığı, yalnızlığı!

Yolculuğumun adını “bir damla umut” koydum! Ne yazık ki, hiçbir renkte yoktu aradığım… Çoktan umudu kesmiştim hayattan… Aradığım şey, “bir damla umut”tu, evet… Ama nerede bulacaktım bu umudu şimdi? Hani? Cevap çok yakınımdaymış aslında… Umudum, mor renkte gizliymiş! Mor renkte ve ötesindeki hayallerde, yani mor ve ötesi”nde…

İçimde büyüyen bir isyan vardı. Şiirlerime döküyordum yüreğime gizlediklerimi. Ama yetmiyordu bir müddet sonra… Tükeniyordum yudum yudum, içim acıyordu! Sonra birilerini fark ettim. Tıpkı benim gibi isyan doluydular. Çarpık düzene karşı, yandaştılar mücadeleme… Ama onlar, bize dayatılan bu hayata itirazlarını, çığlıklarını benim gibi içlerine atmıyorlardı. “Dünya yalan söylüyor!” diye haykırıyorlardı. “İşte bu!” dedim o anda… İnancım, umudum, isyanım, kavgam, mutluluğum onların şarkı sözlerinde can buldu…

Bu “Şehir” bana dar geldi önce… “Rüya”ma sığındım. “Bırak zaman aksın” dedim kendi kendime… “Son giden” olmak için belki de… “Bırakmazlar yakamı” derken kaybolma isteğim körüklendi! “Gül kendine” bütün resmin güzel olduğunu hatırlamayı öğretti. Hayatın değerini anlayıp, “Daha mutlu olamam” dedim… “Bazen” de geçmişi özledim… “Doğru yanlış” nedir, onu öğrendim. Bir şeyler “Eksik”ti, aradım… “Serseri” ruhumu dizginledim. “Son deneme” için uğraştım… “Cambaz” olanlara kin duydum! “Uyan”dım, “Yardım et”meyi öğrendim… “Az çok” umut biriktirdim ceplerimde… “Büyük düşler” kurmaya alıştım. “Küçük sevgilim”i yarattım hayallerimde. “Darbe”nin acısını zihnime kazıdım… Nice “Şirket” oyunlarına tanık oldum. “Kış geliyor” diye hayallerime sarındım… “Saklama”dım hayatımı kimseden… “Kördüğüm” oldum çözemedikçe derdimi… “Sonu belli” bir maceraydı belki de bu, bilemedim! Çarpık düzene, “Ayıp olmaz mı?” diye sordum. “Savaşa hiç gerek yok” diye çığlıklar attım! “Sen varsın” ve bu kavgalar senin için dedim umuduma. “Güneye giderken” siyasi görüşlerimi de aldım yanıma. Sonra “Yaz”dım anılarımı bir kenara…

Kısaca hayatımı buldum mor renkte ve ötesinde… Hayatıma yoldaş dört ağabey buldum! Ruhumu aydınlatan mor ötesi bir ışık… Bir konserde, tam da karşılarında dururken hissettim varlıklarını içimde… Ağabeylerim bana direnme gücü verdiler… Bir şeyleri başarabileceğime inandırdılar… İyi ki varlar… İyi ki yoluma çıkmışlar… Bir gün, üzerime sinen bu mor renk, bedenimden toprağa karışıncaya kadar… Hep yanlarında olacağım!

17.09.2007


dipnot: bu yazı, http://www.morveotesiforum.com/ sitesinde düzenlenen bir yarışmada ikinci olmuş, böylece beni bu sitede moderatör yapmıştır!..

teşekkür ediyorum tekrar abilerime...

29 Kasım 2008 Cumartesi

olmayan sevgiliye mektup

bölüm 1:
içimde kanayan yaralarımla sana sığınmayı düşlüyorum ey sevgili...
benim ilacım ol, beni sar, beni iyileştir istiyorum...
neredeysen çık gel ey sevgili...
gel, tanışalım, kalbimizin kırıklarını beraber toplayalım...
aşkın büyüsüyle yola çıkıp sevgimizle ısınalım istiyorum...
ey sevgili, şimdilik yoksun.. ama çok geç kalma ne olur...
25.8.2008 10:41


bölüm 2:
gittin..
ya da gitmedin mi..
şu yanıbaşımdaki sen misin, hayalin mi çözemiyorum... gittin mi?
bu kadar severken, bu kadar yanarken.. gittin mi?
yok yok.. gitmiş olamazsın. gitmedin değil mi.. gitme.. beni bırakıp sakın gitme...
25.8.2008 21:10


bölüm 3:
yenilmesen hiç büyümezdin diyor kulağımda mor ve ötesi...
kim söyledi ki büyümek istediğimi.. her gün farklı bir yara, her gün bir yenilgi...
bu sefer oldu sanmıştım, sevdim sanmıştım.. sevildim sanmıştım.. yine ellerim bomboş..
bak, yine yalnızım.. dön bak arkama, kim kalmış...
sen gittin, ben bittim sevgili.. yeniden yeşeren umudum yitti...
son bi sözüm var şimdi ey sevgili.... bir daha aşık olamam bu şehirde...
16.9.2008 18:01

bölüm 4:
çok beklenensin sen, çok özlenen...
kaybedildiğinde sancısıyla uyutmayan...
varlığının yarattığı mutluluk, yokluğunun kederiyle kesiştiğinde insanı bilinçsizleştiren kişi. hayal. rüya. umut.
hepsi sensin bunların.
ama ben sensizim.
9.1.2009 13:35

Ağustos Çıkmazı

eylülün son günleri.. istanbul yine isyanda.. yine ağlıyor..
oturmuşum sahilde bir banka... düşünüyorum.. gitmeyi.. kalmayı.. hayatı..
kendini martılarla bir tutma diyor attila ilhan kulaklarımda...
gitmek istiyorum.. bir gemi yanaşıyor kıyıma.. elini uzatıyor kaptan...
bir deniz kıyısında otur, gemiler sensiz gitsin bırak diyen sesi dinliyorum.. gitmiyorum...
beni koyup koyup gitme, n'olursun diyor düşlerim.. dinliyorum.. gitmiyorum...
az sonra bir yerlerden yaşar'ın sesi geliyor kulağıma... yeniden.. aynı sözler... beni koyup koyup gitme, n'olursun...



Attila İlhan'a olan sevgimle... yukarlarda bir yerlerde görüyorsan... teşekkür ederim.

2.10.2008 18:46

aşka dair...

Gözyaşları akar ya kanatarak yüreği… Acı baştanbaşa dolar ya teninizin her zerresine… Yavaşça aptallaşırsınız. Sezemez, göremez, duyamazsınız. Kalbiniz elden ele savrulmuş, parçalanmış, yara almıştır.
Etrafınızda hayat devam ediyordur. El ele sevgililer, gülen suratlar, mutlu şarkılar ve sevgi dolu gözler vardır. Oysa siz gözyaşlarınızı acınıza katarak ağıtlar yakarsınız.
Ne acınız durur ne de şefkatli bir el gözyaşlarınızı siler. Boşluğa bakar kalırsınız. Herkes sorar: “neyin var?” söyleyemezsiniz… “yüreğimi birine emanet ettim, parçalayıp attı” diyemezsiniz…
Neydi bu kalpleri bir arada tutan ve neydi yüreği böylesine acıtan… Tek hece ama yükü çok ağır olan AŞK! Neden âşık oluruz ve kime nasıl âşık oluruz…
Aşk kural tanımaz derler. Doğrudur. Her giden bir parça götürürken seven kalpten, kimse anlam veremez neden böyle biri için ağladığına… “değmez ona” derler, siz de “evet değmezmiş” dersiniz… Oysa kalbiniz dudaklarınıza inat hala onun adını haykırmaktadır.
Yaşamadan bilemezsiniz… Normalde yüzüne bakmayacağınız birine, bir duygu karmaşası içinde sırılsıklam âşık olup, peşinden koşarsınız. Dönüp baktığınızda geriye, herkes “ne aptalmışım” demenizi bekler. Ama siz de yüreğinizle sevenlerdenseniz, “iyi ki yaşamışım” dersiniz… “sonu acıtsa da, gecelerce ağlatsa da iyi ki yaşamışım.”
Hiç mi pişman olmaz insan… Tabii ki yaşar bu kahrolası duyguyu. Sen canından ayrılmak zorunda kaldıysan, tabii ki isyan edecek gönlün, ağlayacak gözlerin…
İşte o zamanda direnmek zorundasın. Direnmeyi öğreneceksin. Kaldığın yerden devam edeceksin hayatına yalnızlığın kollarında… Başın dik sığınacaksın yarınlara…


"Bir yanım seni hala düşünüyor... Bir yanım sana fena kızgın..."


08.03.2005~29.11.2008 “karışım..”

bir küçük kız çocuğu...

- bir çocukluk fotoğrafına bakarken…-

Merhaba… Özledim seni… O küçük kız çocuğunu hayatımdaki her şeyden çok özledim! Düşleri apaydınlık olan, yarınlara sımsıkı sarılan, yüreği bir kelebek gibi saf olan o küçük kızı çok özledim. Düşler büyüdü, yarınlar sarsıldı, yürek çoktan paramparça… Tutunacak dalların hepsi kırılmak üzere… Düşeceğim ve düşmemek için sana sığınıyorum.
Hani bir bebeğimiz vardı, adı manolya’ydı. Saçlarını örmüştük onun. Oje sürmüştün sonra sen minicik parmaklarına bebeğimizin… O bebeğin boynu kopmuş biliyor musun? Ben yapmadım. Kim yaptı bilmiyorum. Oturdum ağladım. Çok ağladım… Hani gitmeyi çok istediğin bir film vardı: aslan kral. Gitmiştin ama hastalanıp daha başında çıkmıştın sinema salonundan… Sonra üzülme diye sana posterini almışlardı… Yıl 1996… asmıştın odana… Sonra o poster de çöpe gitti, hayallerimiz gibi. Bir daha hiçbir filme öyle hevesle gitmedik… Büyüdük biz biliyor musun? Oyuncaklarımızı sakladık, odamızı değiştirdik, okullarımızı değiştirdik… Biz çok değiştik meleğim… Çok değiştik. Eskiden istediğin oyuncak alınmadığında ağlardın, ben şimdi istediğim hayat elimden alındığı için ağlıyorum… Keşke tek kaygımız hep o birinci sınıftaki önce kim okumayı öğrenecek, sevgili öğretmenin o kırmızı kurdelesini önce kim alacak kaygısı olsaymış… Keşke son hüsranın o sınıfta en sevdiğin kızın okumayı önce sen söktün diye sana küsmesi olsaymış… Sonra kimler küstü bize, biz kimlere küstük… Kimler çıktı hayatımızdan ve giderken ne kadar büyük parçalar götürdüler… Yüreğime sabit bir sancı eklendi meleğim. Hep orda. Canımı yakıyor. Kalbimin üstüne bir yük binmiş sanki. Nefes aldırmıyor bazen. Soluksuz kalıyorum. Sana sığınıyorum o zamanlarda. Masadaki fotoğrafına sığınıyorum. Gülümseyişin güç veriyor. Direniyorum… Direnmek zorundayım, senin hayallerin için. Her gün ağlıyorum, senin hayallerini mahvettiğim için… Öğretmen olacaktık hani, o hayatını güzelleştiren sevgili öğretmenlerin gibi, bizim gibi çocuklar yetiştirecektik… Hayalleri de rafa kaldırdım güzelim. Onlarla da vedalaştım. Bizim olmayan bir hayatı yaşıyorum. Ne senin hayallerini gerçek yapabildim, ne de sonradan hayal kurabildim yeniden… Vazgeçtiğim hayatlardan izler kaldı bende, vazgeçilen olmanın da sancıları… Kimseye anlatamadığım saklı kıvranışlarım oldu. Kimseler dindiremedi gözyaşlarımı… Gözyaşlarımıza dokunamadı kimse. İçime döktüğümde o kanlı gözyaşlarını, kimse bilemedi fırtınalarımı… Ne güzeldi saçların, iki yandan örerdi annen. Okşardı saçlarını örerken… Bir daha kimse o kadar şefkatle okşamadı saçlarımızı meleğim. Çok düştüm, çok kanadı dizlerim, çok kanadı ellerim, avuçlarım parçalandı… Ama hiç biri yüreğimdeki kırıklar kadar ağlatmadı beni. Gözlerimizdeki ışığı kaybettik sonunda… Kurudu göz pınarlarımız ağlamaktan…
Hiçbir şey umudumu kaybetmek kadar yakmadı canımı. Umutsuz kaldım… Ne olur al beni yanına meleğim. Gözyaşlarım bile temizlemiyor artık ruhumu. Al beni yanına küçük kız. Bir damla umudum ol… Tut elimden küçük kız…
“Ver elini çıkalım seninle, soluksuz kalmadan sessizce, bu karanlık uğultulu ormandan…”


"bir minicik kız çocuğu bak duruyor orada hâlâ, anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa..."


29.11.2008