20 Şubat 2010 Cumartesi

Bir Damla Hayat

Ben öykü yazdım, yıllar sonra hem de...
Bir göçmen kampındaki insanları gösteren bir fotoğraftan yola çıkarak bir öykü yazdım...
Bakalım beğenen olacak mı... :)

**

Bir Damla Hayat

Hayat donmuş, Hayat susmuş, Hayat kalakalmış bir fotoğrafın karşısında. Gözleri dolu dolu genç kadının, fotoğraftaki gözlere kilitlenmiş sessizce. Doğum gününde, doğduğu şehirde bir başına Hayat; yalnızlığını perçinleyen o kahrolası boşluk hissi bir fotoğrafın karşısında son bulana kadar öyle sanıyordu en azından.

Yağmurlu bir aralık günüydü, hiç çalmayan telefonun sessizliğinde yürüyordu sokaklarda Hayat. Bembeyaz yavru bir kedi koşuyordu annesinin peşinden, yağmurdan kaçmaya çalışıyorlardı belli ki. Hayat’ı kimse korumayacaktı yağmurdan, kimsenin peşine takılıp sıcak yuvasına dönemeyecekti. Kimse “İyi ki doğdun” demeyecekti ona ve kimse tutmayacaktı ellerinden. Takılıp düşerse kimse kaldırmayacaktı yerden. O da iliklerine kadar hissetmeye kararlıydı yağmurun tadını. Sokaklar bomboş, sadece sesler var. Yalnız kalbinin uğultusunu bastıran, sessiz yağmurun sesi var.

Derken hızlandı yağmur, hızlandı düşünceler. Kafasını çevirdiğinde küçük, sevimli bir mekân gördü; penceresiz, duvarları mor... Kapısının önünde minicik çam ağaçları duruyor. Yeni yılın heyecanıyla süslenmiş rengârenk ağaçlar, Hayat’a sesleniyor. O an düşünüyor Hayat, bu yılın da yalnız geçme ihtimalini hissediyor yüreğinde ürpererek. İçgüdüleriyle yapıyor hamlesini; biraz da şu yalnızlık hissiyatını kovma çabasıyla giriveriyor o kapıdan, insanın içini ısıtan bir ortama adım atıyor. Bir sergi var içeride, bir fotoğraf sergisi. Sadece mekânın sahibi ve bembeyaz kediler var bu mor odada. Bir de fotoğraflar. Dünyanın her yerinden, onlarca hayattan kareler saklanmış duvarlara. Sanki Hayat için, Hayat’a özel.

İşte bu sergide gördü o gözleri, kendi gözlerini. Kendi hayatına yabancı olduğunu hisseden Hayat, bir göçmen kızın gözlerinde gördü kendini, hayatını. Etiyopya’daki o göçmen kampında gördü kimsesizliğini. Fakirliğin, karanlığın, tutsaklığın ve umutsuzluğun kol gezdiği topraklarda açtı gözlerini. Tozun dumanın altında, kaybolan hayatların gölgesinde gördü kendi açmazlarını. Felaketlerin ortasında, bencilliği ile darmadağın ettiği ailesini gördü. Kırıldıklarını, kırdıklarını. Peşine düştü anılarının, yıllar önceki küçük Hayat oldu. Bebekleri vardı, annesi babası yanındaydı, gözleri gülerdi Hayat’ın. Hayatı olmuştu ailesinin, ondan adı Hayat’tı. Bir evleri vardı, umut taşardı pencerelerdeki mor menekşelerden. Kahkahaları vardı o zaman. Avuçlarında mutluluk biriktirirdi, üflerdi gecenin bir yarısı yıldızlara. Yıllar geçti sonra… Anılar değişti, Hayat büyüdü, önce mor menekşeler kurudu. Kendi içinde kurduğu mahkemelerde, yine kendisini cezalandırdı; evinden ayrıldı. Onu sevenlerin öğüt veren sözlerini bohçasının en dibine atıp, kendi bildiği yolda yürüdü gözleri kapalı. Düştü, acıdı yüreği. Ama dönemedi evine. Kendi mahkemesinde kırdı kalemini, sürgün oldu kendi hayatında. Korktu o kocaman lafı etmekten, özür dilemekten. Yürüdü tek başına hayat yolunda, her adımda yarasını kanatarak…

Sonra o küçük göçmen kız oldu Hayat. İç savaşlarla, kuraklıklarla, kıtlıklarla yaşlanmış bir ülkenin küçücük kızı oldu. Yaşamın onlara hazırladıklarına direnerek büyümüş bir halkın arasında yer buldu kendine. Yaşıyordu. Yalnız değildi ve yaşıyordu. Açtı belki, açıktaydı; ama direniyordu. Yorgun düşmüştü daha yolun başında. Ama yürüyor, yaşıyordu. Arkadaşları kim bilir neredeydi, hangi kampta, ne hallerde… Bir avuç insan kalmışlardı; yine de tükenmemişti yaşama umudu. Tarihin karanlık yüzünde, aydınlık yüreğiyle yaşıyordu. Sırf hayatına karıştılar diye, anne babasını silmezdi en azından bu küçük kız. Hayat yoluna çıkarken, sığınacağı limanları yakmazdı… Gözyaşları damlarken ellerine, bir ses duydu Hayat. Bilemedi sesin geldiği yeri, sadece irkildi.
—Ağla, ağla ki temizlensin yüreğinin kıvrımları. Ağla ki silinsin yazgının karaları!

Döndü usulca, bu küçük mekânın sahibiydi bu sözlerin babası. Sevecen yüzünde, kocaman bir gülümsemeyle selamladı genç kadını. Hayat içeri girdiğinde, sesini çıkarmamıştı hiç. O bilindik karşılama sözcüklerini de kullanmamıştı, Hayat’ı hayatıyla baş başa bırakırcasına susmuştu sadece. İşte şimdi konuşuyordu yaşlı adam, Hayat’ın yüreğini titreterek.
—Ağlamak, kendini affetmenin ilk adımıdır kızım. Kendini affetmektir belki de. Ağlamak birikmiş kederlerini damlalara yükleyip sakinleşmektir. Ağla yavrum, ağla ki patlasın biriken urlar... Hazır olmalısın! Hayat yolunun her evresinde başka bir acı bekler seni; tutunacak dalın yoksa düşmemek için kendine dallar yaratırsın. Bazen küçücük bir kızın gözleri olur bu, bazen bir karganın kanat çırpışı, bazen bir şarkı, bazen de bir şiir… Sen bu göçmen kızda buldun kendini, umutlarını… Bak, onlar da göçmen olmuşlar hayat yolunda. Annesi, babası, kardeşi… Ortada kalıvermişler! Ama birbirlerine sahipler. Bir ailenin ‘bir’ durması nice sancıya kalkandır kızım… Ağla! İsyanın olsun damlalar… Ağla! İnşa ettiğin o sözde duvarlar sarsılsın, sahte gülümsemeleri kov. Taze, tertemiz umutlar koy yüreğine… Ağla! Bir damla umut doğsun günlerine… Ağla! Hırsların çürüsün, yürekli sevgiler koy yerine. Pes etme kızım, güçsüz değilsin sen; güçsüz insan kendini affedebilir mi hiç?

Ses çıkaramadı Hayat. Yaşlı adamın şefkat dolu gözlerindeki yansımada babasını, gülümseyen yüzündeki gamzelerinde annesini gördü sadece. Gülümsedi, gereksiz teşekkür sözcükleri mırıldanarak çıktı morların içinden, geldiği sessizlikte. Yağmur durmuştu. Bir yerlerde bir karga, sessizliğine ses veriyordu. Kediler ayaklarına dolanıyordu. Yürümeye devam etti; kulaklarında adamın sesi çınlıyordu… “Ağlamak, kendini affetmektir.” Ağlamıyordu artık Hayat. Çünkü ilk defa yüreğindeki mahkemeden beraat kararı çıkmıştı. Telefonunu çıkardı çantasından. Ne zamandır hiç hareketlenme olmayan o ekranda gülen yüzünü gördü, bir damla hayat parladı gözlerinde. “Aranıyor… Annem!”

30 Aralık 2009

0 yorum: